Angelica.


Eğer bir şarkı olsaydım Angelica olurdum yazmışım, defterime. 

Dün sabah bir rüya gördüm. Canım F.'yi. Rüyamda bana bir şeyler söylemek istiyordu. Bu yaşıma kadar gittiğim tüm okullar birleşmiş tek bir okula dönüşmüştü sanki. Zaten rüyalarım hep böyledir, bütün mekanlar tek bir mekana dönüşüp iç içe geçer. Yine böyleydi. İlkokul, lise ve hatta üniversitemin bahçesi ve binaları birbirine karışıp yeni bir yere dönüşmüştü. Benim işlerim vardı. Sanki tenefüse çıkar gibi dışarı çıktığım her mola anımda, F. yanıma gelip bana bir şeyler anlatacak gibi duruyordu. Hep bir şey oluyordu. Ama F. zaman varken bile bana hiçbir şey anlatmıyordu. Acaba bana ders çalış mı diyecekti ki? :)

F.'ye bunu soramam. Çünkü artık birbirimizden çok uzaktayız.

Bugün aklıma bir defterim geldi. Defterlerim kitaplığımda olduğu için gözümün önündeler ve bu defterim ilgimi çekti işte. Bir de başka bir yılın bu zamanlarında onu yazmaya başlamıştım bunu hala çok net hatırlıyorum. Üç yıl öncesi. O zaman üniversite sondaydım. Nedense çok üzgünmüşüm. Yine. Aslında kendimi hep üzgün hissetmiyorum ama denk geldiğim her şeyde bu yazıyor: Bazen kalbimde derin bir hüzün hissediyorum. Gibi gibi şeyler. Böyle hüzünleri herkes bazen hisseder. Neden kendimi bunlara tutunmak yoluyla değerli görmeye çalışmışsam... Ne saçma, değil mi? Aslında değil ama yine de üç yıl da uzun zaman, değil mi? Evet.

O günlüğümün ilk sayfalarında da F. var. Bu tesadüf ne garip. F.'nin bana ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Benim de yok. Sadece, onun iyi olmasını umuyorum. Onun pek çok şeyin altından kalkabilecek birisi olduğuna adımdan daha çok eminim.

Zaten son günlerde tanıdıklarımı, eskiden tanıdığım kişileri, rüyamda görür oldum. Nedense. Bu canımı sıkıyor.

Şarkı bitti. Sanırım o sıralar hissettiğim ruh haliyle bu parça tam birbirlerine uyumlularmış. Ondan bu kadar yükselmişim bu parçaya.

İnsanın şarkısı, olabileceği şarkı, değişir mi? Tabi ki evet!

Acaba şimdi nasıl bir şarkı olurdum? İnan hiçbir fikrim yok.

Dün bulutlar çok güzeldi. Üç beş fotoğraf çektim ama sonunda hepsi aynı gibi çıktı. Oysa onları gözlerimle seyrederken, ben de uçuyordum. Vuuu. İnandın mı? Yaaa.

Az evvel gece bulutlarını izlerken içimde bazı kelimeler yükseldi. Şiirsel güzel şeylerdi. Yazmak istedim ama sonra kayboldular. Sanırım böyle olması gerekiyordu. Kendim için yazmayı pek beceremiyorum. Sanırım yıllar içinde bu becerimi kaybettim. Eskiden defterlerime bile çok daha özenli yazardım. 

Blogda bir şeyler paylaşmak güzel. Acaba kim için anlatıyorum? Beni okuyup kendinden parçalar görenler çıkar mı? Bazen yorumlarda böyle şeyler görünce mutlu oluyorum, gerçekten.

Sanırım hep en çok kendim için yazıyorum. Bilinmeyen bir zamandaki ben için. Çünkü ne zaman hangi yazıma şaşıracağımı bilemem. Şaşırmak güzel bir duygu. İnsana farklı bir yönünü gösteriyor. Ne zaman eskiden yazdığım bir şeyi okusam, bu ben miyim derim. Hep değil, ama bazen.

Günlüğümde yazdığıma göre, bazen F.'ye bile anlatmak istemediğim oluyormuş. Hem ne anlatacağım ki, diyormuşum. O dönemde sana mutluluk yazıları yazmakla meşguldüm galiba. Ne iyi gelirdi. Kalbim açılırdı.

Nedense en sevdiğim ayda hep hüzünlü olmuşum. Her nisan kalbimde yapraklar dökülmüş. Sakura yaprağı değil. Belki kurumuş sakuralar... Var mıdır öyle bir şey? 

Sana bir şey itiraf edebilir miyim? Ama bak aramızda kalacak. Bazen bazı yazılarımı özel olarak birilerine yazardım. Onlar karşımdaymış gibi. Bazı kişilerin bloğumu okumasını çok isterdim. Sanki ne olacaksa. Biraz gururlu biriyim, sanırım o yüzden. Kapı ve pencerelerimi kolayca açamıyorum. Oysa işte, bloğum hep evimin içi. Bu nedenle, böyle düşünürdüm bazen. Hiçbir anlamı olmasa da, bazen çocukça bir istekle, böyle yazardım. Hep değil, ama bazen.

Gece bulutlarının fotoğrafını çeksem de, yine ütüyle falan çekmişim gibi çıktılar. :(

Gündüz bulutları, bana tasasızca atıldığım şeyleri anımsatıyor. Çocuksu, masum ve atılgan. 

Gece bulutları ise bana, gerçek şeyleri anımsatıyor. Yüreğimin derinliklerini. Özlem, umut ve korku gibi.

Sen bulutlara onları görmek için baksan, onlarda ne görürdün?

Belki de bir şeye bakmak, anlamak için bakmak, aslında aynaya bakmak gibidir. En azından ilk etapta kendini görürsün. Peki sonra... o şeyi görür müsün? Ben cevabı bilmiyorum. Zaten önemli de değil, değil mi?

Her neyse. 

Güzel bir hafta dilerim. En güzel şeyleri yaşadığımız, güzel bir hafta olsun.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



Not: Çok yazı yazdım. Kendimi tutamadım. Belki biraz ara veririm. Zaten bazı başka işlerim de var. Sanırım yazacağım her şeyi şimdilik akıttım. Her neyse. Kendine çok iyi davran. <3


Oturmuşum Kendimle.

 

Seninle birlikte deneyimlemek istediğim öyle çok şey var ki. Her şeyi seninle birlikte yapmak istiyorum. Seni bolca gülümsetmek istiyorum. Gülünce yüzünün yumuşayan simasını izlemeyi çok seviyorum. Öyle olduğunda, gözlerin ışıl ışıl parlarken ve güzel dişlerin dekolte vermişken, çok güzel oluyorsun. 

Bir şeylere adım atmak için ne saçlarının kısalmasına, ne biriyle konuşmaya, ne de uzun uzun analizler yapmana gerek yok. Bir tebriğin veya avuntunun peşinden koşmana da... Pembe düşlere de, karanlık iç çekmelere de. Hiçbirine ihtiyacın yok. Kalp parçalanmaz, sen öyle sanırsın. Öyle sandığında plasebo etkisini anımsa. Git su iç, gün ışığına çık ve kollarını bacaklarını uzun uzun esnet. Gün ışığıyla buluşan tenin, sana sorun olmadığını söyleyecek. Reçeten bu.

Eskiden yazdığın sözcükler değişmiş olabilir. Bunda sorun olmadığını bildiğini biliyorum. Bilmenin bile önemli olmadığını bildiğini biliyorum. Belki sen benden de iyi biliyorsun ve belki bu canını yakıyor. Evet bunu da biliyorum ama sorun değil. Böyle eften püften şeyleri sorun yapma demeyeceğim. Çünkü eften püften değil, kimse bilmese de ben biliyorum. Git tatlı ye. Daha mutlu olacaksın. Zaman anlardan ibarettir. Ve sevdiğin hayat da bu, sadece bunu bildiğini unutma yeterli.

Senin hakkında daha evvel merak ettiğim çok şey artık ilgimi çekmiyor, diyemem. Evet bunu malesef hala diyemem. Çünkü bazı şeyler, her ne kadar öyle değil desem de, benim için hala önemli. İnsan çok uzun süre bir şeye inandığında veya kendini inandırdığında, aksini kabul etmekte zorlanıyor işte. Ve işte, kalp kırıklıklarının nedeni de budur. Bunu asla unutma. Bu, bir işarettir. Kalbinin büyümesine izin vermen için. Başka bir şey olmasına. Nasıl ki sen benden başka bir şeysin artık, işte kalbinin de başka bir şeye dönüşmesine sadece izin ver. Kim ne derse desin, kim neye inanırsa inansın; sen, kalbin gerçekliğine inanmaktan asla vazgeçme. Sana dair değişmesini istemediğim tek şey bu. Artık büyümene izin veriyorum. 

Bir gün ben sen olacağım. Önceden olsa, bu ne heyecan verici diye düşünürdüm. Bir defterim bile vardı biliyorsun. Yıldızlı bir gecenin düşlerini anlatırdı. O düşleri yazarken, henüz yirmili yaşlarımda bile değildim. Ne garip, ne güzel. Defterin ilk sayfasına kocaman ''ASLA UNUTMAMAK İÇİN'' yazmışım. Neyi? İsteklerimi mi? Öyle sanmıştım. Belki öyledir. Ama asla unutmaman gereken şey, ne tarihi geçen istekler ne onları isteyen sensin. Asıl önemli olan, kalbinin varlığını unutmaman. Bunu unutmazsan, yıldızlı bir defterin notlarına bile ihtiyaç duymazsın.

Öğrendiğim çok şey var. Ama sana baktığımda, en çok öğrenmek istediğim şeyi senin olduğunu görüyorum. Ben isterken, sen o olmuşsun. Nasıl bir hayatın var desem sana... Bana söyler miydin? Niyetim sana sarılmaktı. Sana sarılıp gülmek veya ağlamaktı. Oysa sen bana bakarken, bunu yapmak aklıma bile gelmiyor. Bu, aynaya bakmak gibi. Giyinip süslenip aynaya bakmışım da, kendimi inceliyormuşum gibi. Ama sen çok sadesin. O zaman beni şaşırtan ne?

Önceden merak edeceğim sorular senin için önemli değil gibi görünüyor. Öyle değil mi? Bana sadece gülümsüyorsun. Dişlerini göstermediğin, seni anladım gülümsemen bu. Beni mi anladın, genel olarak mı anladın? Tam bir anlamaya erişmek mümkün olamaz ama yine de, hayatın içinde bir nokta olmak en önemli şey değil mi? Bunu kavramak. Her şey akıp giderken. 

Sen pek düşünmüyorsun değil mi? Derinden hissetmiyorsun. Anlayan kişiler için buna ihtiyaç yoktur. Onlar yaşarlar. Sen yaşıyorsun. Sana özenmedim. Ne o, şimdi de hafifçe omzumu sıvazlıyorsun. Ne garip. Sen de beni görüyorsun. Benimle gurur mu duyuyorsun? Bana olur öyle mi diyorsun. Elimden tutup beni kaldırıyorsun. Gökyüzünde yıldızlar tek tek belirirken, insanların arasına karışıyoruz. Sen ve ben. İki yakın arkadaş gibi. Hayır, iki ortak gibi. Hayır, tek bir bütün... Henüz değil, değil mi? 

Senin kaç yaşında olduğunu söyleyemem. Zaten bana sakın söyleme der gibi bakıyorsun. Oysa çok yakınımdasın. Ama bana, sus, diyorsun. Gözlerin, öyle bakıyor. Susarsam, daha yakınımda olur musun? Ben sana gelmek için çok uğraştım. Artık uğraşmak istemiyorum. Ama bunun başka bir yolunu bilmiyorum. Bir şeyler başka türlü olsaydı bu yola başvurmazdım. İçimde biriken tüm o ukdeler olmasaydı, zamanlar içimde üst üste de yığılmazdı. 

Omuzlarımdan kavrıyorsun. Ve gözlerimin en içine, şefkatle, bakıyorsun. Ne söylediğini duyuyorum. Kalbimde, zihnimde, kulaklarımda. Benliğimde, bugünümde, şu anımda.

Biliyorum, olur öyle.

Ne olursa olsun... diyorum. Devamı nerede? Ne ne olursa olsun? Ne olursa olsun seni seveceğim, sana geleceğim, sana beraberimde şunları getireceğim? 

Sana sarılıyorum.

usul usul ağlıyorum. 

Aslında ağlama isteğim geçmişti. Hem, neden ağladım ki?

Sen sadece sırtımı sıvazlıyorsun. Biliyorum, olur öyle.

Sana ne getireyim, diye soruyorum sonunda doğrulup. Bana bakıyorsun ve o güzel gülümsemenle hafifçe kafanı sallıyorsun.

Sadece biraz daha büyü, diyorsun.

Ama, diyorum tıpkı küçük bir kardeşin siniriyle... Oysa aramızda çok yaş farkı da yok. Ben büyüdüm! diye diretiyorum. Bana söyle... Ne istersin? Ne öğrenmemi istersin?

Bu fiili kullanmam hoşuna gidiyor biliyorum. Tamam diyorsun, eskisine göre biraz daha büyüksün. Ama yine de... 

Görüntün solgun. Gittikçe de silikleşiyorsun. 

İçimi bir hüzün kaplar sanmıştım. 

Bana son bir kez gülüyorsun. Bana, halime.

Görüşürüz, diye fısıldıyoruz. Aynı anda.

Artık yıldızlı defterlere sığınmayacağım, önümde kocaman gece uzanırken. O gecenin içinde bile oturamam. Sanırım bir önemi de yok. Bunu kabul ettiğinde, önemi kalmaz.

Hoşça kal, diyorum yıldızıma. Hoşça kal.


yazıyı bu şarkıyı dinlerken yazmadım ama karşıma bu şarkı çıktı


Doğa, Bahçeler, Düşler (Arkas Sanat).


Not: Yazıyı yazarken tabi ki ağlamadım ama bu fikri düşünürken duygulanmıştım. İlginçtir, düşünme aşamasında aklıma gelen hiçbir şeyi kelimelere dökmedim. Bambaşka şeyler aktı gitti. Sanırım direkt yazmaya oturmadığım için düşüncelerimin hızı kesildi. İyi mi oldu, galiba biraz evet. Öte yandan, yazdıktan sonra yazı manasını yitirdi. Yine de burada dursun madem. Bir şeyleri hatırlamak istediğimde, yanı başımda olduğunu bileyim. Yazımın.


Astronot tanıdığı olan var mı?


Yağmuru dinlemeyi severim. Gökyüzünün tüm hareketlerini uzak bir seyirci olarak duymayı. Özellikle de uyur uyanıkken. Hani bazen erken uyanırız ve alarmın çalmasına daha çok olduğunu görürüz. İşte böyle olduğunda, uyur uyanıkken gökyüzünü duyduğumda, çok benzer bir hisse kapılıyorum sanırım. Daha bir şeylere çok var, endişelenme telaşlanma. Sadece dinle, duy, keyfini çıkar. 

Böyle havalarda güneş yoktur ve biz belki de güneşin ışıklarının ötesinde bir yerden çevremizi algılarız. Güneş uzaklardaki boşluğunda parlamaya devam eder. Bulutlar safları sıklaştırmaya, tanecikler yeryüzüyle buluşmaya... devam eder. Her şey devam eder. Hayat devam eder. Belli bir ritimde, belli bir hızda. Bazen enerjik, bazen uyuşuk. Bu devinim, uyku ile uyanıklık arasındaki kısa boşlukta içimizde yankılanır: Beş dakika daha. 

Ancak ana karakter sonsuza kadar bir filmin ilk beş on dakikasını yaşayamaz.

Uyur uyanık, sersem sepelek -biraz da kafam dolu- bir şiir kitabını karıştırdım. Uzandığım yere en yakın şey oydu. Rastgele bir sayfa açtım, bir mesaj için. Anlamadım. Sonra başka bir sayfa, başka bir istek. Anlamadım. Bir başkasında net bir soru: Hadi sesli okuyayım. Anladım. Şiiri anladım yani, sesli okuyunca. İnsan kendi sesini katmalı, duymak istediği şeylere. 

Bazen kendi kendime dururken, çok eskiden dinlediğimi düşündüğüm melodileri mırıldanıyorum. Bazı melodilerin şarkılarını sonradan bulduğum oluyor ancak çoğu zaman havada kalıyor. Hatta bazen mırıldandığım melodiyi ikinci sefer hatırlayamıyorum. Belki de birden fazla şarkıyı karıştırıp ortaya yeni bir parça çıkarıyorumdur. Bir melodim var. Bir yerde duyduğuma eminim ama nerede bir türlü bulamıyorum. Yoksa zihnim kendince, kendi seveceği şekilde, yıllar içinde bu parçayı değiştirmiş de onu başka bir şeye mi çevirmiş... Böyle olursa bu parçayı hiçbir yerde dinleyemem. Ama çok tanıdık bir melodi bu, bence kesinlikle bir yerlerde var. Hatta yanımda olsan, sana biraz mırıldansam, hah bunu mu diyordun bile derdin bana belki. Kim bilir...

Bazen bazı can alıcı müzikler veya bazen bazı müziklerin can alıcı noktaları, filmin sonunda çalar. Acaba böyle bir anda mı duydum bu besteyi? Hayır. Bu parçaları bulmak kolaydır. Çünkü dilediğince uzun uzun çalar. Özgürce uzanır filmin son dakikalarının boşluğuna. Oysa aralardaki geçiş anlarını kaplayan melodiler, kısacıktır. Ses kaydıyla arama bile yapamazsın. Sadece boşlukları doldurur bu parçalar. Öylece havada kalır. 

Sonra da, dııı dırı rı rıııı dıııı dıııı, dersin ahahahha.

Şiir kitabında belli sayfalar yer etmiş. Hile yapıyorlar, hep o sayfaları açmış oluyorum. Bir de ince bir kitap bu, aynı aralıklara gidip duruyor elim. Ama böyle mesaj alınmaz! Bu gerçek değil, oyun. Bu oyundan sıkılıyorum ve kitabı kenara koyuyorum. Sonra kitabın kapağını izliyorum. Dümdüz koyu yeşil bir kapak. En çok böyle kapakları seviyorum. Sade, şık, havalı. Kendince bir karakteri var bu tasarımın, belli. Sonra, içindeki şiirlerin ruhunu taşıyor. Beni en çok bu etkiliyor. Bir şiir olsun paylaşmak istiyorum. Acaba hangisi olsa... hangisi tarihe not düşülse?

Çünkü ancak paylaştığımız şeyleri anımsarız.

Bazen beni etkileyen şeyler yaşıyormuşum ama onları yazmıyor üstü kapalı anlatıyormuşum defterlerimde. Boş ver diyormuşum. Sonra gerçekten de o yazmadığım şey, boşluğa karışıyormuş. Aklımda tek bir şey bile kalmamış oluyormuş. Ne tuhaf. Hisler bile ölüyormuş. Belki de insan aksine inanmak istiyor, bu yolla değerli hissetmek veya bir şeylere değer biçmek istiyor. 

Oysa her şey, kendi içinde de... değerli midir? Değer nedir?

Bir şeyler için kafamızda koyduğumuz nokta, bir nevi çıta, gerçeği yansıtır mı? Hayır, bu belli. Belli de... Belki de sonra o belirsiz nokta, boşluk olur. Yağmurlu bir günün uzaklığında salınan bir güneş gibi, ışıklıdır ama boşluktadır. Bazı şeyler bazen böyledir belki de. Boşlukta. 

Boşluktaki bir şey, sahiden var mıdır?

Bu da her şey hiçbir şeydir gibi oldu. Peki hiçbir şey, her şey olur mu? 

Sanırım hayır. Ne tuhaf. Oysa filmlerde boşluk yoktur. Boşluklar, dııı dırı rı rıııı dıııı dıııı'nın çekiminde salınır. Böylece film ilerler.

Sessizliğimizde bile boşluk yoktur. 

O halde... Boşluk uzayda mıdır? Astronot tanıdığı olan var mı?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Birhan Keskin, Ba.


Çiçek Masalı.

 

1. Bölüm.


Bir varmış bir yokmuş... Hangi zamanda, hangi mekanda bilinmez; iki şövalye yaşarmış. Bu şövalyelerin biri beyaz atlı, diğeri kara atlıymış. İkisi de cesur, ikisi de güçlüymüş. Bu iki şövalye bir gün bir göreve çıkmışlar. Hayır hayır hayır, bizim bu şövalyeler rakip değillermiş -en azından Neptün arşivlerinde böyle geçmeyecek- hatta arkadaşlarmış. İkisi de bir şeyi arıyormuş, çok değerli bir şeyi. Bir çiçeği! Bu çiçeği daha evvel gören olmamış ama duyan çok olmuş. Hem, tüm efsanevi şeyler böyle değil midir; dilden dile hayali ve hayaleti dolaşır, sonra bunlar arzulara karışır ve tadam, belli mi olur, gerçeklikte madde halini buluverir. Bu çiçek ise henüz sadece manasıyla varmış. 

İki şövalye uzun bir yolculuğa çıkmış; dereleri, tepeleri, belki tehlikeli canavarlarla dolu yabancı diyarları geçmişler. En sonunda bir ormana varmışlar. Bu ormanda ilerlemek çok zormuş. Her yer yabani otlarla kaplıymış. Yine de şövalyeler pes etmemiş. Sonuçta o kadar uzun ve zorlu bir yoldan gelmişler. Eh, ormanı bulduklarına göre çiçek de buralarda bir yerde olmalıymış. Aramışlar taramışlar. Belki saatler, belki günler geçmiş. Zaman kavramları şaşmış, bitkinlikten yığılmışlar. Şövalyeler çaresizce yakarmış, yardım istemişler. Bir ses duyulmuş sonra; ulu, bilge bir ağaçtan.

Ağaç, şövalyelere neyi aradıklarını sormuş. Şövalyeler başlamışlar bu dillere destan büyülü çiçeği tarif etmeye. Ağaç, rüzgarda salınan yapraklarını şövalyelere doğru sallamış ve yaklaşabildiği kadar yaklaşmış: ''Burada öyle bir çiçek hiç yetişmedi ve yetişemez.'' Şövalyelerin kalan son umudu da paramparça olmuş. Kara atlı şövalye bu duruma çok sinirlenmiş. ''Ne vakit kaybı!'' diyerek hiddetle yerinden kalkmış ve yorgun atını çekiştire çekiştire oradan uzaklaşmış. Ancak beyaz atlı şövalye düşünceliymiş. Pes etmek istememiş. Mutlaka bir yolu olmalı, diye mırıldanmış kendi kendine. Belki hayalindeki çiçeği düşünmüş. Belki o da diğer şövalye gibi gitmeyi düşünmüş. Belki bu iki düşünce arasında volta atıp beklemiş, beklemiş. Sonuçta işin içinden çıkamamış. ''Neden'' diye sormuş bilge ağaca usulca, ''neden burada öyle bir çiçek yetişemez?'' 

''Çünkü'' demiş bilge ağaç bu sefer yapraklarını iki yana gererek ''görüyorsun ya, burada her yer yabani otlarla kaplı. Bir çiçek büyümek için günışığına sarılmayı ister, rüzgarın fısıltılarını duymayı ister, yağmurun taşıdığı besini kana kana içmeyi ve diğer canlıların arkadaşlığını ister. Oysa bu yabani otların altında bunların hiçbirine ulaşamaz. Bu yüzden de burada bir çiçek yetişmedi ve yetişemez.''

''Yani...'' demiş şövalye gözleri parlayarak, ''bu şartlarda demek istiyorsun değil mi bilge ağaç? Bu şartlarda mı yetişemez?'' 

''Evet, bu şartlarda yetişemez.''

Şövalye bu onayı duyar duymaz düşmüş omuzlarını gererek kollarını sıvamış ve işe koyulmuş. Etraftaki tüm yabani otları ayıklamış ve tohumlara yer açmış. Beklemiş beklemiş. Belki saatler, belki günler, belki aylar, hatta belki... Yıllar boyu! Sonuçta burası büyülü bir ormanmış ve aradığı büyülü bir çiçekmiş. Sonunda bir gün topraktan esneyerek yeryüzüne uzanan bir çiçek fidesi görmüş. Çok cılızmış ama çok güzelmiş. Şövalyenin gözleri -aman ha şşşş aramızda kalsın- yaşlarla parlamış. Çiçeği karşısındaymış.

(01.02.24)



2. Bölüm.


Beyaz atlı şövalye minik çiçek fidesinin her bir hareketini hayranlıkla izliyordu. Çiçeğine o kadar odaklanmıştı ki, heyecanlanmayı bile unuttu. Onun bu haline, ''ne kadar ahmakça,'' diye fısıldadı rüzgar. ''Iııı-hıı... Ne!'' Genç şövalye yerinden aniden doğruldu. Üstü başı, hatta kulaklarına varıncaya kadar, toprakla dolmuştu. ''Kim var orada!'' Bu bir sorudan çok kendini koruma nidası gibi görünüyordu. Çünkü genç şövalye o kadar çiçeğine odaklanmıştı ki, kılıcının yanında olmadığını bile çok geç fark etti. Kat kat zırhını çıkaralı çok olmuştu; o kadar zırhı en baştan yeniden giymesinin mümkünatı yoktu. Yine de kaçmadı; bir kılıca dönüştürdüğü elleriyle görünmez düşmanının üstünde -açıkçası pek de iyi olmadığı, çünkü vaktiyle tüm derslerde uyuyordu- kungfu darbelerini sergilemek için tetikteydi. Bu hazır, nazır ve pek tehlikeli görünen şaşkın şövalyeye rüzgarın verdiği cevap gittikçe yükselen kahkahalar oldu.

Başka zaman olsa, pek tabii, cesur şövalyemiz uygun adım yürür, arar tarar ve düşmanını bulurdu. Ancak o an korkusunun büyüttüğü sesler cesur şövalyeyi daha da korkuttu. Hadi ama, cesur şövalyeler bile illa ki bir şeylerden korkarlar!

Şövalye atını bile unutarak koşar ve düşer adım bayır aşağı yürümeye başladı. Çok geçmedi ki rüzgarın getirdiği sesin sahibi havada süzülürcesine, tıpkı rüzgar gibi adımlarıyla, ortaya çıktı. 

''Haylaz Cadııı...'' dedi Bilge Ağaç dallarını sallarken. Dallarındaki ifade cadıyı azarlasa da, yanakları yapraklarına varıncaya dek yükselmişti. Sonra da gök gürültüsünü andıran kahkahalar yeri göğü inletti.

''Bilge Ağaaaççç!'' Cadı, bisikletinden atlayarak düşe kalka eski dostuna koştu. ''Seni özledim... Çok!''

''Ah benim haylaz yavrum... Ben de seni çok özledim. Gelişin de senin gibi pek bir yaramaz oldu. Hah-hah öhö öhö. Neden korkuttun şövalyeyi?''

''Kim? O mu?''

''Ne o mu yavrum?''

''Şövalye işte Bilge Ağacım. O mu şövalye? Üzgünüm... Hahhah-hahah. Az evvel pek de bir şövalyeye benzemiyordu. Ahahha- pardon.'' Cadı dudaklarını birbirine bastırarak kahkahalarını -nezaketen- tutuyormuş gibi yaptı. ''Hem... Bilge Ağaç! Baksana artık milleti korkutmamak için cadı şapkamı bile takmıyorum. Süpürgemi de bisikletle değiştirdim. Daha ne!''

''Haylaz Cadım benim. Yine yaptın yapacağını... Çiçeğini gözleyen masum bir adamdı o sadece.''

''Hani şu dillere destan büyülü çiçeği mi? Hala ona inanan mı vardı? Blog yazmak gibi modası geçti sanmıştım. İnsanlar artık uzun zaman alan şeylerin son hali dışındaki halleriyle pek ilgilenmiyorlar da.''

Bilge Ağaç dallarından birini indirerek Cadı'yı buyur etti. Cadı bu teklifi memnuniyetle kabul etti ve bağdaş kurarak gizli yerine kuruldu.

''Bilge Ağaç...''

''Söyle yavrum?''

''Gerçekten büyülü bir çiçeği mi vardı o adamın -öhüö şeyyy- şövalyenin?''

''Vardı yavrum, aha orada.''

''Olmaz bakamam. O onun çiçeği sonuçta. Cadı olabilirim ama mahremiyete saygım vardır. Sadece...''

''Evet yavrum?''

''Bilge Ağaç,'' dedi Cadı yaşlı ağacın tırtıklı ve buruşmuş sert yüzüne kendi yüzünü yaslayarak. Kolları yaşlı ağacın çeyreğini anca turlamıştı.

''Düşeceksin yavrum, tutun bir yere. Ah bu... Ah bu! Tutunsana haylaz Cadım benim. Yüreğime indireceksin vallahi...''

''Bana bir şey olmaz Ağaççım, tonton Ağaççım...''

''Dua et gönül almayı biliyorsun, öhö, iyi misin yavrum? Yanakların çizilecek o kadar yaklaştırma yüzünü.''

''Bir şey olmaz Bilgecim. Sadece seni özledim.''

''Açsındır yavrum. Ama artık meyve vermiyorum.''

''Meyvelerin için gelmedim güzel Ağacım. Seni özlediğim için dedim ya... Ama tabii... Tabii... Bir de...''

''Bir de?''

''Kulaklarının hala maşallahı var Bilgecim senin de...''

Rüzgar usul usul eserken şövalyenin sadık atı çimenlerden yapılmış yumuşak yatağından Cadı'yı izliyordu. Cadı ata el salladı. ''Merhaba sevgili At. Üzgünüm, dostunu biraz korkuttum. Ona özürlerimi ilet lütfen. Aslında onu korkutmak iste- istemiştim tamam ama üzgünüm. Çiçeğiyle ona mutluluklar. Mutluluk... Çiçeğiyle birlikteyken nasıl da mutluydu... Tıpkı bir ağaç gibi!''

''Sen de bir ağaçsın yavrum...''

''Ne? Ben bir ağaç mıyım Bilgecim? Bu bir kehanet mi?''

''Hayır yavrum. Sen haylaz bir Cadı olarak dünyaya geldin bu turda. Diyorum ki, meyvelerin...''

''Benim meyvelerim yok ki Bilge Ağaç... Yoksa var mı, Rin Tin Tin?'' Cadı bisikletine kısa bir bakış atarak Bilge Ağaç'a döndü. ''Yokmuş Bilgecim.''

''Ah yavrum benim... Elmaların... Yerlerde çürüyor.''

''Elmalarım mı?''

''Senin çiçeklerin çoktan meyve oldu da yerlerde sürünüyor. Neden bu kadar bekletiyorsun onları?''

''Ah şu mesele. Tahmin etmeliydim!'' Cadı ani bir şekilde arkasını dönüp ellerini iki yanından upuzuuunnn uzattı. ''Sen!'' dedi çalıların arasından onu gözleyen şövalyeye. ''Ne cüretle!''

''Ödeştik...'' Şövalye ellerini iki yana kaldırmış, çalıların içine iyice gömülmüştü. Bir elinde yırttığı ceketinden, artık pek de beyaz olmayan, ateşkes bayrağı vardı.

''Sen...'' Cadı her adımıyla -laf aramızda uçma sihrini unutmuştu- genç şövalyeye daha da yaklaşıyordu, ''sennn... Osun. Özür dilerim şövalye. Seni korkutmak istemezdim. Büyük bir iş üstündeymişsin, fark edemedim. Dışarıdan öyle gibi görünmüyordu da.''

''O kadar da büyük sayılmaz,'' dedi şövalye. Cadı'nın yarı alaylı sesini ya umursamamış, ya da fark etmemişti.

''Dalgın görünüyorsun yavrumm...'' dedi Bilge Ağaç genç şövalyeye. Gerçekten de biraz dalgın gibiydi.

''Bazen zaman kaybettiğimi düşünüyorum...''

''Ama en azından uğruna zamanını verdiğin bir çiçeğin var!'' dedi Cadı.

''Öyle mi dersin?''

''Dedim ya akıllım!'' Haylaz Cadı mimiklerine hakim olmaya çalışarak çiçeğin yanına çöktü. ''Bu arada seni kandırmışlar. Bu büyülü bir çiçek değil.''

''Değil mi?!?!''

''Değil ya akıllım! Bu yüzyılda büyülü çiçek mi kaldı?''

''Kalmadı mı?''

''Bilmem. Hah- hah. Şaka yaptım canım. Ama şu konuda...'' Cadı yeniden ayaklanarak ileri doğru ilerledi. Şövalyenin artık iyice dinlenmiş güzel atının bembeyaz tüylerinin üstünde ellerini dolaştırıyordu. ''Senin adın ne?''

''Düldül,'' dedi şövalye.

''Ah ne tesadüf. Benim süpürgemin... ne var Tin Tin... Ah işte bisikletimin adı da Rin Tin Tin. Aha hahah.''

''Tatlıymış,'' dedi şövalye. Günlerden beri ilk kez gülümsüyordu. Çattığı kaşları rahatlamış, yanakları bu tuhaf kasılmayı çözmeye çalışır gibi gerilmişti.

''Sakin ol şampiyon. Seni büyülemem merak etme. Hem ben serbest bir Cadı'yım.''

''Serbest bir cadı mı?''

''Yaa... Serbest meslek gibi... Hem... Cadı güçlerim galiba aktif değil. Yani korkma, işe yaramaz bir cadıyım ben.''

''Bence bu halinle bile yeterince korkutucuydun.''

''Öyle miydim?'' Cadı yeniden kocaman olmuştu. Sırtı dik, yüzü gün ışığı gibi parlaktı.

''Buralardan gidiyorum,'' dedi sonra şövalye.

''Çiçeğini ardında bırakıp da mı?'' dedi Cadı hayret ve galiba biraz da hüzünle.

''Dediğin gibi cadı... Büyülü çiçekler bu yüzyılda yetişmiyor.''

''Hayır hayır hayır... Yanlışın var! Büyülü çiçekler tarihin hiçbir yüzyılında yetişmedi,'' dedi Cadı. Bu bilginin şövalyeyi avutmasını ummuştu.

''Her neyse, önemli değil zaten. Önemli olan ilk çiçekti belki de...''

Bilge Ağaç usulca yapraklarını salladı. Hem de artık hiç rüzgar olmamasına rağmen. Belli ki şövalyenin bu yanıtından hoşnut kalmıştı. Ancak tek kelime etmedi.

''Burayı en son gördüğümde her yer... Her yerdeydi! Şimdiyse oldukça temiz ve nefes alıyor. Tüm toprak!'' Cadı elini uzattı, ''bir dost değil, birçok dost kazanmış gibisin sevgili Şövalye. Tebrik ederim.''

Şövalye, siyah cübbesinin içinden çıkan bu narin eli yavaşça sıktı. ''Teşekkür ederim Cadı.''

Yorgun şövalye dimdik sırtıyla sevgili atına doğru ilerledi ve ardında bırakacağı ormana son bir bakış attı. 

''Zırhın!'' dedi Cadı. ''Unutma. Saray malı sonuçta, üstüne zimmetlidir falan.''

''Ah haklısın. Bunları saraya teslim edeceğim.''

''Giymeyecek misin?''

''Bahçıvan olmaya karar verdim.''

''Çiftçi de olabilirsin aslında. Hep senden alışveriş yapardım.''

''Üzgünüm, çiçeklerin dilini bile anca öğrendim. Sebze ve meyveler için biraz çabalamalıyım. Ama... Bir adresin varsa...'' Beyaz atlı şövalye doğru kelimeleri ararken oldukça zorlanıyordu. Siyah atlı şövalye onun bu halini görseydi, mutlaka, katıla katıla gülerdi.

''Bilge Ağaç'a adresini ver Şövalye. Ben sana gelirim. Ama çok pahalıysa çiçeklerinden alamam.'' Cadı söylediklerini kanıtlamak istercesine cübbesinin kocaman ceplerini ters düz etti.

''Sıkıntı değil...'' Şövalye tekrardan kelimelerin ona gelmesini bekliyordu, bu nedenle biraz zaman geçti; çünkü hepimiz biliriz ki, kelimeler tam da onları aradığımız anlarda kaybolurlar. ''Ben,'' dedi sonra şövalye, ''hediye edebilirim... Sana.''

''Ah! Çok naziksin.'' Cadı kimsenin, hatta Bilge Ağaç'ın bile beklemeyeceği bir şey yaparak gergin şövalyenin yanağına minik bir öpücük kondurdu. Bu öpücük, adeta şövalyenin tüm yüzünde hayat buldu. 

Cadı, süpürgesine -aman bisikletine- binerken genç şövalye onu görmez ama ışıl ışıl gözlerle izledi, Cadı'nın el sallamasına sadık dostu Düldül'ün de yardımıyla karşılık verdi ve ne kadar zaman sonra bilinmez atına binip uzaklaştı. Artık aklında ne geçen zaman, ne büyülü orman, ne de binbir zahmetle açtırdığı çiçeği kalmıştı. 

Bilge Ağaç yapraklarını heyecanla salladı. Evet! Üstelik rüzgar bile yoktu. 

''Gak gak gak, bugün pek bir genç görünüyorsun Bilge, gak. Değil mi Gagak.''

''Öyle valla Gagagak. Sahiden de ben diyeyim yüz, Gagagak desin iki yüz yıl gençleşmiş gibisin Bilgecim. Nedir sırrı söyle de bilelim.''

''Öğrenmenin yaşı yokmuş a dostlar ve güzel çiçekleri görmenin de.''

(05.05.24)



Not: 1. Bölümde yer alan masal başlangıcını çok önceden Nyks Tarot kanalının bir videosunda dinlemiştim. Kendisi daha kısa ve meselenin ana fikrini verecek şekilde bu masalı anlatmıştı. Ben de daha sonra bir yazımda bunu kurgu haline getirip daha uzun bir şekilde yazmıştım. Masalın orijinali nereden bilmiyorum. Bu masalı kaleme almayı çok sevmiştim ve yazarken çok eğlenmiştim. Bu nedenle bloğumda kayıtlı durmasını istedim. 


Yazardan Minik Bir Analiz:

Aslında tabi dümdüz bir metin olarak okunabilir ve okuyanlar elbette kendilerince çıkarımlar yapacaktır. Ancak bu masaldaki bazı sembollerin yazarı olan benim için anlamını kısa bir not geçmek istiyorum. 

Odak noktasındaki ''büyülü çiçek'' aslında istekleri simgeliyor. Beyaz atlı şövalye, istediği şey için (çiçeği ortaya çıkarmak ve büyütmek) emek harcıyor. İsteği sadece o kıvılcımı, çiçeği, madde olarak var etmek. Çünkü o çiçeğin ''büyülü'' olduğuna çok inanmış. Oysa asıl büyü tam da içinde taşıdığı kıvılcımdır: İnançtır. İsteğine inanmasıdır. Çiçek ise şövalyenin maddi dünyadaki isteğinin somut karşılığıdır. Çiçeği inancı ve emeğiyle zihninden çıkarıp toprakta var eder. Bu da tıpkı ulu bilge ağacın karaktere söylediği gibi, ''uygun şartlar sağlanırsa'' açığa çıkan bir durumdur.

Öte yandan Cadı'nın canının sıkkın olduğunu görüyoruz. ''Büyülü çiçeklerin tarihin hiçbir yüzyılında var olmadığını'' söylüyor. Çünkü o, tıpkı bilge ağacın onu payladığı gibi, şövalyenin inancından yoksun. Hatta küçümsediği bu karaktere hayranlık duyduğunu seziyoruz. Çünkü şövalyede, Cadı'da olmayan bir şey var. Cadı bunun ne olduğunu bilmese de, seziyor. 

Masalın sonundaki mutlu son tipik masal sonlarından farklılaşıyor. Burada bir ''kavuşma'' anı yok. Veya daha doğrusu, alışıldık bir kavuşma anı görmüyoruz. Her ne kadar bazı sevimli ve romantik çağrışımlarla karşılaşsak da, şövalye ve cadı bir çift değil. Yolları kesişmiş iki karakter. Karakterler ''ilk çiçeklerin varlığından'' bahsediyorlar ve bu ulu bir bilge ağacı bile heyecanlandırıyor. Çünkü burada bahsi geçen ilk çiçek, bir şeyleri var edebilmeye dair kazanılmış inancı, umudu simgeliyor. Ve bence hayattaki asıl ''büyü'' de budur.

Ben Cadı 2 başlıklı bir bölüm daha yayınlamış, orada siyah atlı şövalye ile Cadı'nın yollarını kesiştirmiştim. Ancak sonradan bunun masalın ana fikrine ters olduğunu düşündüm ve o bölümü yok saymaya karar verdim. Karakterler birbirlerinden ilham almak yoluyla umutlarını bulabilirler. Ancak hiç kimse, ne bir dost ne bir aşık, kişiye isteğini veremez. Cadı, bir şövalyeye değil; cesarete ihtiyaç duyuyordu. Masaldan çıkış yolu aslında budur: Umut ve cesaret. Dilerim bunu okuyan siz, kendi masalınızı en güzel şekilde yazıyorsunuzdur veya yazmaya başlarsınız.

Bu notu yazmama gerek olmadığını biliyorum. Ancak yazarının bakış açısından da kurguya bakmak isteyenler olabilir veya ben bu yazdıklarımı yıllar sonra bile hatırlamaya ihtiyaç duyabilirim. Bu nedenle yazdım.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Tekrardan, merhaba.

 

Son yazımda bloğum çağ atladı demiştim, hatırlıyor musun? İşte, gerçekten öyle oldu. Yenilenmiş evimden herkese merhaba. :)

Öncelikle bu süreçte gerek eski adresimdeki sorunu tespit etmeye çalışırken, gerekse şimdi alan adı alıp taşıma işlemlerinde bana yardımcı olan ve hatta süreci tek başına alıp götüren Blog Forum yazarlarından sevgili Sinan Bey'e veya Sinan abiye teşekkür ediyorum. Gerçekten çok emek harcadı ve zamanından verdi. Hala burada olmamı sağlayan da kendisi. Bana kalsa kapıyı pencereyi kapatıp gidecektim. Sonra da pişman olurdum artık.

Benim asıl sorunum yazılarımın Google'da görünmemesi değildi bu arada. Evet bu bir sorundu ve neden olabileceğini merak ediyordum. Sorunu çözmek için Sinan Bey uğraştı dediğim gibi ama bir sonuç alamadık. Bu durumun sebebini bilememek canımı sıkmıştı ancak böyle de olsa yazmaya devam edecektim. Sonra bloğumun Google'ın kara listesinde olduğunu öğrendim. Sen de beni okuduğuna göre biliyor olmalısın ki benim yazılarım dünyanın en minnoş yazılarından olabilir... Hatta bu durum da bir ara canımı sıkmıştı! Neyse. :)

Velhasıl kelam, bloğum kara listeye alınmış. Bu ne demek başta anlamadım. Çünkü bana hiçbir uyarı maili falan gelmedi. İnsan önce uyarır ama değil mi? Ben nereden bilebilirim kusurum nerede... Blogger'ın ve hatta Google'ın topluluk kuralları var biliyorsun ki. İşte biz tüm bu taşıma ve yeni adrese geçme işini tamamlayınca (ki bu süreçte benim pek bir katkım da olmadı *-*) bana bir mail geldi. Bir film yorumu yazım topluluk kurallarını ihlal etmiş. Yazımı da bir buçuk yıl evvel yazmışım! Hayır, o zaman bana mail atsalar yayından kaldırırdım ve sorun çözülürdü. Tek sorun o yazım mıydı bilmiyorum ama bana aylaaarr sonra gelen mail'e göre bahsi geçen yazım ihlal taşıyormuş. Ben de yayından kaldırdım tabi ki. Zaten erişim engeli de almış. Gerçekten çok ama çok ilginç. Bu durumun fotoğraflardan kaynaklanabileceğini düşünüyorum ama filmin kendisi bile minnoş; değil yazım, değil fotoğraflar yani... (film Roman Holiday). 

Benim çok fazla bot okurum vardı. Dönem dönem gelip gidiyorlardı. Size bu sorunumdan da bir yazımda biraz bahsetmiştim. Organik okur kitlem çok az olmasına rağmen bazen bazı yazılarım günlük olarak çok okuma alıyordu. Ben bunu merak ederken yazılarımın tarayıcılara düşmediğini fark ettim. Sonra da işte bu durumun nedenini araştırırken bloğumun engellendiğini keşfettik...

Bütün bunlar geride kaldı diyelim. Alan adı alan bloggerlar görüyordum ama kendim hiç bu işe girişmeyi düşünmemiştim açıkçası. Çünkü kitap\ film yorumları gibi genel içerikler yazsam ve bunların geniş kitlelerce okunmasını istesem de (çünkü buna zamanımı veriyorum en başta, blog yazmak gerçekten emek isteyen bir şey siz de biliyorsunuzdur ki), kişisel yazılarım faydacı bir tarza sahip olmadığından yani sadece benim kişisel his ve düşüncelerimden ibaret olduklarından ve kimsenin hayatına pratik bir getiri sağlamayacağını düşündüğümden alan adı almayı da düşünmedim. Ancak şimdi gereklilik doğunca, biraz da yön gösterilmesiyle (bana kalsa burası kapı duvar olacaktı...) kendi ismimde bir sitem olmuş oldu.

Son olarak söylemek istediğim bir durum daha var. Ben bazı kişisel nedenlerimden (ki çok saçmalar :) dolayı kişisel yazılarımı anlık bir kararla sildim. Bu anlık kararlarımı keşke negatif şeyler yerine pozitif durumlar için böyle anında uygulasam... Eminim hayatım bambaşka bir noktada olurdu. Ama tabii olmuşa çare yok artık. Ben de yeni bir şey oldurmaya karar verdim. Sadece bu blogda daha evvel yazdığım ve sildiğim bazı kayıtlı kalmasını istediğim yazılarımı arada sırada yeniden yayınlamayı düşünüyorum. Elimde eski bloğumdakiler dahil tüüüümm yazılarım kayıtlı. Ancak onların bir word dosyasında durmalarının pek manası da yok. Eski bloğumla artık gram ilgilenmiyorum ancak bu blogda yazdığım yazılardan kaybolmasını istemediklerimi kaydetmek istiyorum dediğim gibi. Belki içlerinden bazılarını daha evvel okumuş olacaksınız ama size de bunu haber vermek istedim.

O halde, Sinan Bey'e son bir teşekkür ederek herkese güzel bir gün diliyorum.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



Not: Şimdi fark ettim okuma listesini yazılarımla kitlemişim... üzgünüm.


Sevgili, güzel Ay.


Sevgili eski dostum. Seni gördüğümde gerçekten heyecanlandım. Sürpriz yapmayı seviyor olmalısın. Ne yalan söyleyeyim, en çok da senin bu çatkapı gelme hallerini seviyorum. Bir anda karşımda buluyorum ya seni... Yoksa sen mi... Doğru! Bir anda karşısında bulan sensin, beni.

Niyetim gece havası almak mıydı? Belki biraz. Ama ben, yıldızlar görünüyor mu sadece buna göz atacaktım. Şansıma gökyüzü de açıkmış. Seni görünce öylece kalakaldım değil mi? Geçen ayki yerinle aynı yerdeydin. Yoksa ondan önceki mi? Ne kadar uzun zaman geçti... ne kadar kısa zaman geçti... Zaman ne tuhaf. Bir gün kocaman olabilir, bir ay kısacık... yıllar ışık hızında, anlar kanı.

Yine de zaman, kıymetli. Değil mi eski dostum? Zaman, bizi korur. Kendimizden, hayattan, olaylardan, olmayanlardan. Zamanın kıymetini en iyi bilenlerdensin, biliyorum. Yıldızların dilini çözmek zor. Çünkü onların zamanı, farklı. Belki binlerce, milyonlarca yıl öteden, hatta belki de şimdinin hiçliğinden bakıyorlar bize. Bunu dünyadan anlamak zor. Oysa sen, sen de dünyaya tabisin. Tabii, bir ölçüde. Tamamen aynı olmasa da, belki şive farklılığıyla... yok hayır, bu fazla benzer olur. O zaman lehçe? Bu da olmadı... Yine de bazen bazı geceler aynı dili konuşuyoruz değil mi sevgili dostum. Sen ve ben.

Bir yanın karanlıkken, ışıklı yanınla uzanıyorsun yarımlığına. Işıksız yanın da, ışıklı yanına uzanıyor. Bu nedenle olacak, karanlık bir gecede bile tam görünüyorsun. Birbirine sarılmış karanlık ve aydınlık. Bir pinpon topu değilsin henüz. Gökyüzündeki uçuşun, sessiz sakin. Yine de oradasın ve yine de birazdan baktığımda gitmiş olacaksın. Çünkü sen, uçarsın. Oradan oraya. Geceleri ve gündüzleri. Gün ışığı senin dostundur. Diğer yıldızlar gitse bile, sen güneşin ışığıyla anlaşır ve varlığını dünyaya fısıldarsın. Gece çöktüğündeyse, uçarsın.

Senden gözümü alabildikten sonra yıldızlarla bakıştık. Kısa bir andı, yine de kalbime sevinç verdi. Ah, dostlarım... Siz de gözlerinizi kapatıp dinliyor musunuz geceyi? Bu sessizlikteki sesler, sizin hiçlik zamanınıza da erişiyor mu? Hayır, değil mi? Yine de, gecenin içindeki bir an'ı sizlerle paylaşabilmek kocaman bir his. Bazen buğulu, bazen apaçık; ama hep kocaman. 

Böyle açık gecelerde sizi bulmama gerek yok. Işıl ışıl parlıyor, yerkürenin göğüne doğuyorsunuz. Kalbim, dostluğunuzla dolu.

Böyle ansızın karşıma çıktığında, uzunca düşünmeme gerek yok. Çünkü sadece oradasın, karşımda ve benimle. Sevgili, güzel Ay.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


''İki ay, yüreğin gölgesini yansıtır.''
(1Q84, Haruki Murakami)


Not: Her gün yazı geliyor ama bilemiyorum. Her gün yazmayı planlamıyorum, yazarsam yazıyorum ve sadece yazmış bulundum. Burada gündem paylaşımı yapmıyorum, ful kişisel. Gündemi instagramdan takip ediyor, orada başka paylaşımlarla suyu bulandırmıyorum. Burada kişisel gitmemin sebebi maksimum on kişi olmamız. :) Ve tabii gerek toplumsal, gerek kişisel yaşamımı düşündüğümde akıl sağlığımı korumaya ihtiyaç duymam. Yani blog listende yazılarım çıkarsa, beni yargılama. Yani lütfen. Bunun dışında, artık yazı falan silmeyeceğim. Çünkü sadece kendim için yazıyorum. Bloğumda yeni bir çağ başlattım, hayırlısı.



Kadrajın ardındaki ben.


Yolda yürürken, dikkatimi çeken bir şeylerin fotoğrafını çekmeyi severim. Aslında sadece yürürken değil, dikkatimi çeken herhangi bir şeyin fotoğrafını çekmeyi severim. Tabii bu, pratik isteyen bir şey. Fotoğraf çekmek ve fotoğraf çekebileceğin bir şeyleri görebilmek. 

Önceden, bir şeyin farklı açılardan çekilmiş fotoğraflarının o şeyi başka bir şeymiş gibi gösterebildiğini düşünüyordum. Şimdi bu düşüncemin geçerliliğini test etmek için fotoğraflar çekmem gerekir, çünkü düşüncem biraz zaman aşımına uğradı. Ama öyle sanki. Öyle öyle. Bir nesneye bakış açımız, o nesneyi algılayışımızı büyük oranda etkiler. Takdir edersin ki, görmenin pek çok biçimi vardır. Fotoğraflar ve fotoğraf çekmek de bu yüzden çok fazla ilgimi çeker. 

Kendime şöyle kullanışlı, güzel bir fotoğraf makinesi alacağım. (Tamam, biraz daha sonra). Hayalimdeki hayat çok basitti, ben niye böyle savrulduysam bir noktada. Bir işe gir, boş zamanlarında o işten kazandığın parayla yaşa. Tabi günümüz şartlarında kendini maaşınla geçindirebilirsen madalya sahibi olsan yeri ama işte, daha küçükken böyle düşünürdüm. Ama en çok, fotoğraf çekmek istediğimi... düşünürdüm.

Bir ara fotoğrafa gerçekten çok tutkuluydum. Ah gözümü çıkarıp gördüklerimi insanlara gösterebilsem, anca istediğim sahneleri gösterebilirdim! Değil fotoğraf çekmek... Aynısını yazarken de hissederim. Keşke beynimi çıkarıp... ya da kalbimi... Tabii kalp düşünmez, çarpar; ama belki de yazarken düşüncelerimi değil, kalp çarpıntımı sana göstersem daha açıklayıcı olurdu. 

Dünyayı hislerle algılamak ne zor. Bu kadar derinden... Hayır, zor olan bu değil. Zor olan bunu bir yere akıtmamak. Hatta daha da zor olan, bunları, tüm bu hislerimi ve hislerimin bana verdiği yetkiyle geliştirdiğim görüş açımı bir yerlere yansıtmamayı seçmek. Ama işte, dursana, blog yazıyorum! O zaman zor değilmiş sanırım o kadar da.

Hayatta her şeyin seçimler üzerine kurulu olduğunu düşündüm sabah yatağımı toplarken. Bazen burada da x kişileri veya durumları için suçlayıcı bir dil kullanıyorum. Bu doğru veya değil, bunlara takılmaksa saçmalık. Evet x kişisi veya durumu bir şeylerin seçilmesi veya seçilmemesi yoluyla hareket eder ama bunun bizi ne ölçüde etkileyebileceği, bazı durumlarda (ve tabii ki sadece ufak ölçekli kişisel yaşamımızda!), sadece bizim neyi düşünüp düşünmeyeceğimizi, neye takılıp takılmayacağımızı, neyi önemseyip önemsemeyeceğimizi seçmemizle şekilleniyor. 

Birilerinin bize nasıl davranacağını da aslında biz seçiyoruz. Önceden bu sözü bazen saçma bulurdum. Oysa çok haklı bir saptama. En azından ben kendim ve hayatım için böyle düşünüyorum. Şikayet ettiğim her şeyi ben seçmişim, bunu fark ettim. Bu beni rahatlattı mı peki, yani bu bakış açısına ''ermek''? Hayır, başta hayır. Baş dediğim de bu sabah. :) Ama sonra, geçti (akşam). Çünkü, bunlara takılmak saçmalık. Başka şeyleri seçebiliriz. Seçebilirim. Seç-tim.

Bugün aslında dikkat etmemiştim. Nasıl koca yolu görmediysem... İşte insan, neyi görmeye kendini şartlandırırsa, ona odaklanıyor ve koca yolu görmüyor. Kafamı çevirdiğimde çiçekli bir yol kenarı ile karşılaştım. İlk başta yanından geçip gitmeyi düşündüm ama sonra ona, o çiçekli yola, bir kadrajdan bakma isteğiyle doldum. Bu hissi neden sevdiğimi daha evvel tam olarak anlayamamışım. 

Bir film izlemiştim. 1974 yapımı siyah beyaz bir yol filmiydi. İsmi Alice in den Städten (Alis Kentlerde) idi. Bu filmin ana karakteri de şehri fotoğraflayan bir gazeteciydi. Gördüklerinin ancak bir kadrajın ardından baktığında gerçek hissettirdiğini düşünüyordu. Ben onun gibi düşünmüyorum ama bir açıdan, benim görüşüm de benziyor. Ben, gördüğüm şeylere imzamı atmayı sevdiğimi fark ettim. Hayatı sanatla iç içe algılarım. Bir şeyi kendi bakış açımla görebildiğimde, onu ancak gösterdiğim takdirde gerçek kılabildiğimi düşünürüm; ki bu bir bakıma böyledir de. Gerçekten de düşündüğün bir şeyi ancak kendi dilinle gösterebilirsen gerçek kılarsın, değil mi? İşte ben de, en azından bazı açılardan, bu karakter gibi düşünüyorum. 

Fotoğrafını çekmek istediğim bir şeyin fotoğrafını çekemediğimde içimde kımıl kımıl bir şeyler oynardı, ciddiyim. Gerçekten çok rahatsız hissederdim. Zamanla ne oldu da tutkum öldü? Biliyor musun, belki büyük bir laf, ama ben hayatım boyunca tanıdığım en tutkulu insanım. Ve bu insanı kaybetmek beni bir çeşit yas havasına sokmuş gibi. Böyle olmak zorunda değil ama yine de... Tutkularımın yerine bahanelerimi koymak benim seçimimdi, evet.

Aslında hayatta kaybedecek pek bir şeyim yok. Ve kazanacak çok şeyim var. Kendimi geliştirebilirim. Özgür şeylere bu kadar ilgili birinin, kendini kapatıp tutsak etmesi büyük bir haksızlık olur. Bu nedenle, pisi pisine, bu kızın çiçekli bir yol kenarına bakmamasına neden olduğum için, başka şeyleri suçluyorum. Bu nedenle sesim yüksek çıkıyor ve bu nedenle, kendimi her yerde arıyorum (hiçbir yerde aramıyorum) ve bulamayacağıma eminim. Oysa bulacağım bir şey yok, o şey bende. Komik. Sanırım bu nedenle bazen geçmişe dönük çok fazla düşünüyorum. Çünkü her şeyin potansiyelini taşıyan o depresif ama tutkulu kızı özlüyorum. Ben hala oyum biliyorum. Artık başka biri olmaya çalışmayacağım. Sadece ona hak ettiği değeri vereceğim. Sadece kendime hak ettiğim değeri vereceğim.

Çünkü kim olduğuma inanırsam inanayım, ben benim.

Ve ben bir başkası olsaydım, kendimi sever hatta hayran olurdum ahahahah.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


bu fotoğrafın çok da güzel çıkmadığına karar verdim ama neyse boşver.
tabi o kadar fiyakalı yazı da yazmıştım oysa, tüh. :)


neyse üç beş başka fotoğrafla destekleyelim :)


aslında efektli çekimler sevmiyorum ama burada sevdim.
bu son iki fotoğrafı yeni yılda çekmiş ve kendime daha çok fotoğraf
çekme sözü vermiştim. yıl devam ediyor...


Not: Aslında sana sadece bir fotoğrafla çevrilmiş ve o anda kalmış hislerimi yazacaktım ama sonra, kadrajın ardındaki beni anlatmaya başladım. Umarım sıkılmamışsındır. Sıkıldıysan da gidersin canım, aaaa. 



Popüler Yayınlar