Japon Masalları (Derleyen: Yei Theodora Ozaki) | Kitap Yorumu

Derleyen: Yei Theodora Ozaki, Çevirmen: Servin Sarıyer,
Yayınevi: Karakarga Yayınları

Kitapta 11 tane Japon halk masalı bulunuyor. Bu masallarda Japon kültürünü ve Japon mitolojisinden çeşitli varlık ve efsaneleri görüyoruz. Her masalın başında bir adet masala ilişkin yine Japon kültürünü hissettiren çizim yer alıyor. Masalları okumak da, bu çizimleri incelemek de keyifliydi.

Japonya kalpten yakınlık duyduğum ülkelerden birisi. Tüm o -en azından uzaktan görülen- nahiflik, o buram buram mistik hava, sonra disiplinli bakış açıları gibi nedenler beni Japonya'ya çekiyor. Bu nedenle de Japon Edebiyatı'ndan eserler okumayı, Japon animasyon filmlerini izlemeyi çok seviyorum. Umarım bir gün bana sakura mevsiminde Japonya'da kiraz ağaçlarının arasında romantik romantik takılmak ve hadi bloğum ve sen de burada olursanız bunu sizlerle de paylaşmak nasip olur. :) -çekim yasası enerjisi açıldı dındın dındın-


Kitaptaki bütün masalları sevdim. Zaten masal okumayı da çok seviyorum. Bir de Japon kültüründen masallar okumak ayrıca hoş bir deneyimdi. Aslında ben bu kitabı daha evvel de okumuştum. Ama üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyorum. Masalların büyük bir kısmını da bu nedenle unutmuşum. Şimdiyse günümün belli aralarında iyi hissetmek için başvurduğum hoş bir masal kitabı oldu kendisi. 

Kitapta yer alan Bambu Kesicisi ile Ay Çocuk isimli masalın bir de film uyarlaması var. Filmin ismi Prenses Kaguya Masalı (Kaguya-hime no Monogatari). Çok nahif, çok özgün ve görsel şölen bir sanat eseri kendisi.

O halde şimdilik hoşça ve tabii ki kitaplarla kalın.

:)



ALINTILAR

''Bundan uzun zaman önce Japonya'da...''


''Açgözlülük resmen gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiş.'' (sf: 32)


''Kalbim üzüntüden parçalanacak gibi.'' (sf: 52)


''...ve mutluluk içinde yaşayıp gitmişler.'' (sf: 99)


''...artık sonsuza dek yaşamak yerine, bu dünyada kendisine verilen zamanı en güzel, en değerli şekilde geçirmeye çalışmış.'' (sf: 112)


''...gerçek şu ki benim hayatım artık sonuna yaklaştı, ama üzülme, öyle güzel bir hayat yaşadım, sizinle o kadar mutlu oldum ki, ölümü büyük bir kabullenişle karşılıyorum. Ne bir pişmanlığım var hayata dair ne de bir mutsuzluğum.'' (sf: 148)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Küçük Yuvarlak Taşlar (Melisa Kesmez) | Kitap Yorumu

Yazar: Melisa Kesmez, Yayınevi: İletişim Yayınları

Hani bazen, bazı ihtimaller üzerine yaşarız... Bazense, bazı ihtimalleri yaşarız. Her ihtimal beraberinde sorumluluklar getirir şüphesiz. Saptığımız yolda bizi karşılayan hayatın sorumluluğunu.

Kitap; Nergis’in Hikayesi, Elif’in Hikayesi ve Mehmet’in Hikayesi olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Bu üç kişi bir ailenin üyeleri. Nergis anne, Mehmet baba ve Elif çocuk. Önce Nergis başlıyor hikayelerini anlatmaya. Sonra dümeni kendi hikayesine kırıyor. Çok dürüst, kendini anlamış bir kadın Nergis. Oldusuyla bittisiyle, iyisiyle kötüsüyle karşımızda. Normalde toplumun cadı kazanını fokur fokur kaynatacak bir hikayesi var onun. Ama yine de, işte, çırılçıplak karşımızda. Bütün korkularıyla, acabalarıyla, yaptıklarıyla ve belki de en çok da yapmadıklarıyla.

Anne bir çocuğun hayatında en önemli iki isimden birisi. Belki de ilki demeliyiz. Anne sevgisi, sahiden de koşulsuz mudur her zaman için? Peki bu genel kabul, insanın omuzlarına hangi sorumlulukları yükler? Kişi, bu sorumlulukları kaldıramayacağını anladığında ne olur? Belki de kendi hikayesini çocuğuna yükler. Kaçtığı sorumlulukları.

Elif çok küçükken anne ve babası ayrılıyor. Elif annesinden uzakta büyüyor. Uzaklıklar mı daha hızlı büyüyor, yoksa Elif mi bilinmez. Nergis bunu sık sık düşünüyor. Elif mi? Elif’in ağzından olan ikinci bölümde o sadece kendi hikayesini anlatıyor. Kendi karnında büyüyen canlıyla birlikte saptığı yolda karşılaştıklarını.

Mehmet ise hislerini anlatıyor. En çok, hislerini anlatıyor. Hem, bir yerden sonra geriye yalnızca hisler kalıyor. Kendi annesine dönüyor Mehmet de. Gençlik yıllarına dönüyor, baba olmayı hayal ettiği kumsala kadar geçmişe yürüyor. Üç farklı kişi, tek bir aile. Aynı olayı farklı bakış açılarıyla tekrar tekrar okumuyoruz kitapta. Hem zaten günün sonunda tek bir olaydan da ziyade, pek çok olayın toplamı oluşturmaz mı hislerimizi? İşte kitapta da bunu okuyoruz. Karakterlerin saptıkları yolları okuyoruz.

Melisa Kesmez, kalemini çok sevdiğim bir yazar. Bu kitap ondan okuduğum son kitap. Ne ilginçtir ki, onun kitaplarını hep de okumam gerektiği zamanlarda okuyorum. Belki de en çok da bu sevdiriyor onun kelimelerini bana. Bu kitabını da severek okudum. Bu kitabında diğer kitaplarından farklı olarak karakterleri daha derinlikli görme imkanı bulmuştuk okurları olarak. Bunun sebebi de bu kitabında yazarın tek bir öyküyü merkeze alması olmuş.

Kitabın var olan haliyle tam olduğunu düşünüyorum. Çünkü yazar zaten yaşamayı yazıyor. Yaşarken bazen bir şeyler donar. Yaşam akar tabi ama yine de bazen bazı şeyler olduğu yerde kalakalır. Ancak kitapta Gülsüm’ün hikayesinin yer almasını da isterdim. Onu daha yakından tanımak güzel olabilirdi.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


ALINTILAR

''Gittikçe rengini yitiren dünyaya inat, ne olursa olsun insana güzel şeyler düşündüren ışıklı bir bahar günü gibi geziyordu aramızda.'' (sf: 8)


''Gönülsüz ebeveynlik bir çocuğun başına gelebilecek en fena şeydi.'' (sf: 22)


''Kalbi soğumuş olmalıydı çoktan. Ama üzerine bir daha sevmeyince insan, kalbinin bir yeri tutunup kalıyordu o eski sevgilerin içinde. Artık acıtmıyor ama yine de izi muhakkak duruyordu.'' (sf: 28)


''Düşünsene. Birinin yeryüzünde arayıp arayıp sonunda bulduğu kadınsın. Of, ne cüsseli laf! Şimdi gülesim geliyor. Ne çok konuşuyor insanlar. Ne çok söz var, uçuşup duruyor tepemizde. İnsanlar sadece konuşuyor.'' (sf: 34)


''Yola çıkmıştım ama sanki eve gelmiştim.'' (sf: 37)


''O zaman aç kapını. Kendini, kalbini kemirmekten vazgeç. Öyle tıkalı lavabo gibi oturma. İzin ver, içeri hayat girsin önce. Arkasından gelir güzel güzel misafirlerin. Bir tanesi elbet yatıya da kalır.'' (sf: 38)


''İnsan hiçbir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli.'' (sf: 42)


''Normal şeylerin sıkıcı bulunduğu bir devre denk geldik sanırım. Müthiş bir oburluk çağı. Yeni insanın nefsi doymuyor. Sıradanı tükettik. Mutluluk dediğimiz şey sadece anlık. Lunapark treni gibi hızla çıkıp hızla inilen bir yer mutluluk...'' (sf: 63)


''Deniz kocaman, ikimize de yeter, farklı yönlere doğru iki kulaç atıp kolayca kendi denizimize çekilebiliriz.'' (sf: 79)


''Seni çok seviyorum. Seni o kadar seviyorum ki, seni düşünürken içim gökyüzü kadar büyüyor...'' (sf: 83)


''Sevgi ne zarif bir şeydi. Yumuşacık yastıklar seriyordu düşenin altına.'' (sf: 83)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Değişen Kafalar (Thomas Mann) | Kitap Yorumu

Yazar: Thomas Mann, Çevirmen: Kasım Eğit & Yadigar Eğit,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitabın konusu bir Hint efsanesine dayanıyor. Şridaman ve Nanda farklı kastlara mensup yakın iki arkadaştır. Şridaman bir tüccarın oğludur. Nanda ise babası gibi hem demircilik yapmakta, hem de inek gütmektedir. Farklı kastların getirdiği farklı yaşam tarzları bu iki delikanlının gerek kişilik, gerek fiziksel görünümlerinde de kendini göstermektedir. Şridaman çocukluğundan itibaren kutsal Veda metinlerini öğrenmiş, felsefi sohbetler yapmayı seven, entelektüel donanıma sahip biridir. Aynı zamanda fiziksel olarak pek fazla aktivitede bulunmadığı için bedeni çelimsizdir. Nanda ise entelektüel birikim yönünden Şridaman'dan yetersiz olmakla birlikte, bedensel açıdan daha gelişkin ve dikkat çekicidir. 

Birbiriyle yaşıt olan biri akıllı, diğeri yakışıklı bu iki dost, bir gün yeşillik bir alanda otururlarken güzeller güzeli Sita'yı görürler. Şridaman daha o anda Sita'ya aşık olur. Hatta genç adam bu güzel kıza öyle bağımlı bir aşkla vurulmuştur ki, bu aşk Şridaman'a bir hastalık gibi gelir. Kendini yakarak öldürmeyi istediğini, bu aşk hastalığının onu tükettiğini çok geçmeden dostu Nanda'ya açar. Arkadaşının aksine neşeli bir mizaca sahip olan Nanda bu durumla önce eğlenir, sonra arkadaşının derdine derman olmak için Sita ile Şridaman'ın yapacağı evlilikte aileler arasında aracı olur. Şridaman ile Sita evlenir. Aslında Nanda Sita'yı Şridaman'dan daha önce görmüştür. Bir şenlikte genç kızı Güneş Tanrısı'na, gökyüzüne, doğru salıncakta sallamıştır. Bu anı Sita da hatırlar. Kocası Şridamanla geçirdiği günlerinde kocasının dostunu yakından izler ve evlendiği kişiyle ilgili yanlış karar verip vermediğini sorgular. Çünkü görünen o ki Sita aslında Nanda'yı arzulamaktadır.

Bir gün bu üçlü Sita'nın ailesine ziyarete gitmek için bir yolculuğa çıkarlar ancak yolda kaybolurlar. Bir tapınağın önünden geçerlerken Şridaman ana tanrıçaya dua edeceğini söyleyerek bir tapınağa girer. Tanrıça Kali yaratma, koruma ve yok etme gücüyle bedenlenen bir Hindu tanrıçasıdır. Aynı zamanda cinsellik ve şiddet gibi anlamlarla da ilişkilendirilmekteymiş. Çeşitli mitlerde ''iyi'' ve ''kötü'' anne simgeleri bulunmaktadır. Tanrıça Kali de anne ve anne sevgisinin sembolü olarak kendini göstermektedir. Kali aynı zamanda savaşçı bir tanrıçadır. Bir elinde kılıç, diğer elinde kesik bir baş ile savaş meydanında tasvir edilmektedir. Bu tanrıçanın mabedine giren Şridaman ortamın ve gergin ruh halinin de etkisiyle adeta büyülenmiş gibi kendini kendi başını bir kılıçla gövdesinden ayırmak suretiyle tanrıçaya kurban eder.

Gidip de dönmeyen Şridaman'ı merak eden ikiliden Nanda da tapınağa girer. Gördüğü manzara ile dehşete düşer. Ancak arkadaşının neden böyle bir eylemde bulunduğunu anlar. Her ne kadar eylemde bulunulmasa da, Nanda da Sita'nın kendisine olan ilgisinin farkındadır ve arkadaşının ölümü Nanda'da suçluluk duygusu uyandırır. Zaten bu iki arkadaş birbirine çok derin bağlarla bağlıdır. Birlikte ölmeyi isteyecek kadar derin bağlarla. Nanda da tıpkı arkadaşı gibi kendini kurban eder. Başları vücutlarından ayrılmış bir halde yerde yatan iki genç adamla karşılaşan Sita krize girer. Sonrasında o da kendini aynı biçimde öldürmeye karar verir ancak buna gücü yetmeyeceği için kendini asmakta karar kılar.

Sita Şridaman'dan hamiledir. Kendini ve dolayısıyla bebeğini öldürmek üzereyken Tanrıça Kali öfkeli sesiyle Sitayla konuşur. Onu bir güzel azarladıktan sonra tapınakta başları kesik bir şekilde yatan iki adamı nasıl kurtarabileceğinin yolunu anlatır. Sita, tanrıçanın söylediklerini aynen uygular. Ancak telaşla (!) bir hata yapmıştır. Kocası Şridaman'ın başını Nanda'nın vücuduyla, Nanda'nın başını da Şridaman'ın vücuduyla birleştirmiştir. Farklı bedenlerde canlanan bu kafalar şaşkınlıkla durumu anlamaya çalışırlar. Şimdi ortada içinden çıkamadıkları bir sorun vardır: Sita'nın kocası hangisidir? 

Cinsel birleşme bedenle sağlandığı için beden sahibinin Sita'nın bebeğinin babası olacağını düşünür Nanda. Ancak öte yandan bir kişinin benliğini oluşturan da kafadır. Kopan kafalarla ikilinin bedenlerinin bir anlamının kalmadığını da görmüştük. Ancak bu üçlü, durumu çözemeyerek dağlarda yaşayan bilge bir çilecinin fikrine başvururlar. Bu bilge adamın söyledikleri ile bu üç kişinin yaşamı değişir. Kitapta verdikleri kararın getirdiklerini okumaktayız.

Kitap, Thomas Mann'dan okuduğum ilk kitap. Yazarın kitaplarını okumayı uzun zamandır istiyordum. Açıkçası yazarla tanışma kitabımın daha farklı bir kitap olacağını düşünüyordum. Zaten yazarın bu kitabından da çok yakın bir süreçte haberdar olmuştum. Bir efsaneyi, hem de bir Hint efsanesini, konu aldığı için kitabı merak etmiştim. ''Hem de'' diyorum çünkü Doğu kültüründeki mitler ve mistik hava ilgimi çekiyor. Kitabı kütüphaneden alırken yanında bir de bir Hermann Hesse kitabı almamın (bakınız Ağaçlar ) bu seçimimde bir etkisi var tabi ki. Hermann Hesse de daha evvel okuduğum Siddhartha isimli kitabında Hint felsefesini merkeze almıştı. Konusu itibariyle bu kitapta da aynı havanın olabileceğini düşünmüştüm. Thomas Mann'ın yazdıklarını bu kitabı ile tanımaya karar verme nedenim de işte bundan ileri geliyor. 

Peki beklediğimi buldum mu dersem; kitabı okurken değil, derim. Peki bu ne demek? Kitabın dilinin fazla dolambaçlı olduğunu düşünüyorum. Hatta aynı kitabın yarı sayfa sayısına sahip bir şekilde bile anlatılabilineceği kanaatindeyim. Kitabı okurken beni dili rahatsız etti. Hani bir yere oturursunuz, oturduğunuz o yerde görünürde bir şey yoktur ama poponuza bir şeyler batar da size bir rahat vermez ya; işte kitapta kullanılan dil bana aynı biçimde bir rahatsızlık hissi verdi. Bu bakımdan kitaba alışmam için ara vermeden sabırla okumam gerekti. Dili ağır veya anlaşılmaz değildi; ancak en doğru tanımlama ''dolambaçlı'' olacaktır sanırım.

Kitabın konusu da aslında basit gibi görünüyor ama özellikle de Tanrıça Kali ile ilgili biraz araştırma yapınca bu konu lezzetleniyor. Sita ile Kali arasında bir ilgi kurulduğunu görüyoruz çünkü. Kali'nin bir elinde kılıç, diğer elinde kopmuş bir kafa ile savaş meydanında simgelendiğini ifade etmiştim. Aynı zamanda bu tanrıça, dişiliğin de bir sembolü. Kendisine çeşitli dönemlerde gerek hayvan, gerek insan kanları kurban edilmiş. Şimdi kitabımızın karakterlerine geri dönelim. Sita'nın da savaşçı bir kandan geldiğini, kusursuz vücut hatlarına sahip olduğunu ve bu iki gencin aslında temelde kanlarını tanrıçaya değil, Sita uğruna akıttıklarını görüyoruz. Sita'nın aşkı uğruna kriz geçirip kendini kurban eden Şridaman ile bu kaybı açıklayamayacağı için aynı biçimde ölümü seçen Nanda ilk aşamayı, yıkımı oluşturuyor. Ölüm ile gelen sonu, tanrıçanın yönlendirmesiyle dönüştüren Sita, ikilinin farklı bedenlerde yeniden dirilmelerini sağlıyor. Bu da yeniden doğum. Tanrıça Kali'nin yıkım, ölüm ve doğum gücünü Sita'nın bedeni üzerinden gerçekleştirilen eylemlerle görüyoruz. Kaldı ki Sita'nın hamileliği de başka bir ayrıntı olarak doğurganlığı simgeliyor olabilir. Çünkü doğan çocuğun yalnızca Sita'ya benzediği ve tanrıça tarafından bizzat Sita'ya verilmiş bir bebek olduğu kitapta ifade edilmekte.

Bir de tabii ''hoşlandığımız bedenlere hayalimizdeki ruhları koyuyoruz ve bunu aşk sanıyoruz'' mevzusu var. :) Sitacığımın yaptığı da aslında tam olarak bu. Kendisi kocasını sevmiyor değildi. Ancak fiziksel çekim duyduğu kişi Nanda'ydı. Nanda'nın bedeni kocasında olursa tüm sorunları çözülür sandı. Ancak zihin ile bedenin bir bütün olduğu gerçeğini es geçti. Zihnimiz benliğimizi, benliğimiz yaşam standartlarımızı, yaşam standartlarımız ise ''bedensel'' görünümümüzü oluşturur. Kaslı bir vücuda sahip biri hiç antrenman yapmazsa ve bedenine özen göstermezse o kaslar ilelebet onunla olmayacaktır pek tabii. Aynı şekilde çelimsiz bir vücut zorlu şartlarda ve kas gücüne dayalı bir yaşama biçimiyle aynı şekilde kalmayacak, güçlenecektir. 

Bedenin güzel hatlara sahip olması o bedeni çekici kılmak için de yeterli değildir. Bunu bizim ikili üzerinden de görüyoruz. Nanda vücuduna bakan, kokular sürünmeyi takıp takıştırmayı seven neşeli mizaçlı çekici birisi iken; Şridaman bunlarla ilgilenmeyen, göze batmayan rahat giysiler giyen ve ciddi düşünceleriyle ön plana çıkan birisi. Haliyle bedenleri değişse bile benlikleri aynı kaldığı için Nanda'nın güzel vücudu Şridaman üzerinde daimi bir kostüm olarak kalmayacaktır. Beden ve zihin bir bütündür. Kişinin bedenine bakış açısı ve buna bağlı olarak gerçekleştirdiği veya gerçekleştirmediği eylemler bedeninin görünümünü etkiler.

Özetle, benim için orta karar bir kitaptı. Kitabın farklı bir havaya sahip olmasını sevdim. Zaten bahsettiğim ''dolambaçlı'' dil kullanımının da kitabın bir efsanenin anlatımını konu almasından ileri geldiğini düşünüyorum. Yine de bunu sevdiğimi söyleyemem. Okuduğum için pişman olmadığım ama çok da etkilenmediğim bir kitap oldu Değişen Kafalar.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)



ALINTILAR

''Dinle, ne kadar da sessiz! Sessiz sözcüğünü özellikle kullanıyorum, zira bizi dinlemeye yönelten şey sessizliktir. Çünkü böylesine bir sessizliğin içinde tamamen sessiz olmayan ve sanki rüya âlemindeymiş gibi konuşan her şeye bizim kulak kabartmamız gerekir ve biz bu sessizliği düşlerimizdeymiş gibi duyumsarız.'' (sf: 18)


''Bütün canlıların iki türlü varoluş biçimi vardır. Biri kendileri için, diğeri başkalarının gözleri için. Bunlar vardır ve görülebilir. Bunlar ruh ve görüntüdür.'' (sf: 31)


''O küçük cadı senin görüş alanında biraz fazla kaldı ve Aşk Tanrısı Kama da çiçekli okunu senin kalbine sapladı; çünkü kulağımıza bal arılarının vızıltısı gibi gelen şey gerilen ok yayının çıkardığı vınlamaydı. Bu aşk sarhoşluğunu sana baharın kız kardeşi Rati yaşattı. Bunların hepsi de son derece sıradan ve her gün yaşanan hoş şeylerdir ve insanlar için çizilen sınırı kesinlikle aşmazlar.'' (sf: 42)


''Gündüz baykuşun, gece ise karganın gözü kördür. Ama aşk hastalığına tutulanın gözü hem gündüz kördür hem de gece.'' (sf: 43)


''Çünkü insanlardan uzak durmak çilekeşlikse, onları kabul etmek daha büyük bir çilekeşliktir.'' (sf: 90)


''Önlem, yoksunluk ve vazgeçiş, biz insanların ortak yazgısıdır. İsteklerimiz sınırsızdır, bunları karşılama olanaklarıysa son derece sınırlı. İnsanın "keşke olsaydı" biçimindeki istediği, sonunda "olmaz ki" yanıtına ve yaşamın "bu kadarına razı ol" diyen kuru öğüdüne çarpar. Yaşam bize bir şeyler sunar, ama pek çok şeyi de esirger. Bugün bizden esirgenen şeyin, yarın bize sunulacak olması, genellikle bir düş olarak kalır. Bir cennet düşü - bu düşte birbirinden çok farklı olan yasal ve yasak olan şeylerin birlik içinde olmaları, güzel olan şeyin yasaklanmasının, izin verilen şeyin düşünsel güzelliğini taçlandırması, izin verilen şeyin bir de yasak olanın çekiciliğini kazanması, ancak böyle bir düşte mümkün olabilir. Yoksa yoksunluk içinde yaşayan insan, cenneti gözlerinde nasıl canlandırabilirdi?'' (sf: 99)


''İnsan hiçbir şeyden, hayal kırıklığına uğramaktan korktuğu kadar korkmaz.'' (sf: 104)


Bir ruhsal güzellik ve bir de duyulara hitap eden güzellik vardır. Ama bazıları güzel olanı, bütünüyle duyular dünyasına mal ederek ruhsal güzelliği ondan tamamen ayrıştırır ve böylece dünya, ruh ve güzellik diye birbiriyle çelişen iki kutba ayrılır. Veda büyüklerinin öğretisi de işte buna dayanır: "Dünyada iki tür mutluluk vardır: Biri vücudun zevkleri sayesinde, diğeri de ruhun sonsuza değin huzura kavuşmasıyla ulaşılan mutluluktur." (sf: 107)


''Ruhsal olan şey çirkin olanla aynı anlama gelmez ya da böyle olması gerekmez; çünkü ruh, güzel olanı tanımakla ve ona karşı sevgi duymakla güzellik kazanır.'' (sf: 107)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Ağaçlar (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: Zehra Yılmazer,
Yayınevi: Kolektif Kitap

Daha tanışmadan aşık olduğum bir kitaptı Ağaçlar. Ciddiyim, daha içeriğini bile bilmeden onu sevmiştim. Sonra araya zaman girdi, kitap aklımdan çıktı. Ancak yakın bir süreçte yolumuz yine kesişti ve onu anımsadım. Ah sen o değil misin, diye düşündüm, hani şu güzellik... Nasıl da aklımdan çıkmışsın! Kitabı okunacaklar listemin üst sıralarına ekledim. Ne şanstır ki, birkaç gün sonra da kütüphanede karşıma çıkıverdi. O an gerçekten her şey durdu; ben kitaba uzandım, kitap bana gülümsedi ve mutlu son.

Anlayacağın, içim içime sığmaz bir halde kitaba başladım. Beklentim zaten had safhada. Kitabın ismi bile yüreğimi pır pır yapıyor, bir de şu kapağın güzelliğine bak! Nasıl güzel bir tasarımdır bu. Adeta beni oku diyor. Ben de bir heves okumaya başladım tabii hemen. Yazarı zaten Hermann Hesse. Kendisini geçen yıl Masallar isimli kitabındaki masallarıyla tanımış, üstüne bir Siddhartha patlatmış, Klein ve Wagner'la ise bakış açısına hayran kalmıştım.


Yazar aynı zamanda bir ressam. Doğal olarak, yazdıklarını da aslında bir ressamın gözünden okuyoruz. Doğayı bir ressamın gözünden kelime kelime okumak! Al sana heyecan verici bir şey daha. Kitapta Hermann Hesse'nin ağaçlar ile ilgili yazdığı öykü ve şiirler yer alıyor. Kitap aslında yazarın doğayla ilgili metinlerinin toplandığı bir derleme. Aynı zamanda bu metinler içeriğinde otobiyografik özellikler barındırıyor. Kitapta yer yer ağaç resimlerine de yer verilmiş. Tamamiyle yeşilin hakim olduğu, okura kendini dingin hissettiren bir kitap. En azından ben kitabı okurken hep böyle hissettim. Şansıma arka planımda kuş sesleri de vardı. Daha önceden de böyle çok kuş ötüyor muydu yaşadığım yerde bilmiyorum, nasıl da sıradan günlerimde böyle sıradışı güzellikteki sesler ilgimi çekmemişse. Ama işte kitabı okurken çekti ilgimi, kuş sesleri. Kitapta ağaçların yanı sıra, kuşlara da yer verilmiş. Kitabın başrolünde doğaya dair her şey var. İnsanlar yardımcı oyuncu olarak ara sıra karşımıza çıkıyorlar. Yazar ağaçlardan yola çıkarak insan doğasını anlatıyor. Yazarın hayatına dair bilgi sahibi olunduğunda yazıları da daha farklı bir gözle görebiliyoruz. Bu bakımdan şimdi kısaca yazarın hayatına değinmek istiyorum.


Hermann Hesse iki dünya savaşını da görmüş bir yazar. Birinci Dünya Savaşı'na sağlık sorunları nedeniyle katılmamış. İkincisinde ise Nazi karşıtlığı ile ön plana çıkmış. Savaş karşıtlığı ve hümanizmi ile bilinen yazar, savaşta tarafsız kalan İsviçre'ye yerleşmiş. Hatta yazar bu hümanist tavrı nedeniyle o dönem ülkesinde sevilmiyormuş.

Ailesi dindar bir aileymiş. Ailesinin ısrarıyla ilk önce bir ilahiyat okuluna başlamış. Ancak bu okuldaki baskıcı ve sert eğitim nedeniyle okuldan ayrılmış. Gerek ailesiyle olan sorunları, gerekse savaş ortamı onun psikolojisini etkilemiş ve bunun üzerine yazar başarısız bir intihar girişiminde bulunmuş. Tedavi gördüğü hastanede doktoru olan Carl Jung'un öğrencisi Lang ile olan tanışıklığı, yazarın Doğu mistisizmi ve ruhbilime ilgi duymasını sağlamış.

Ailesiyle anlaşamayan yazar maddi bağımsızlığı için çeşitli işlerde çalışmış. İlk önce bir kitapçıda çalışmaya başlamış ve burada çeşitli konularda kitaplar okumuş. Yazar olma hedefi de burada oluşmuş. Yazarlık kariyerinin ilk dönemlerinde başarısız bir yazarmış Hesse. Ancak yazmaya devam etmiş. Hatta Ağaçlar isimli bu kitabında da eserlerini acımasızca eleştiren bir editöre dilin benzetme yapma olanağını kullanarak laf sokuyor. :) 


Yazar ressam olması dolayısıyla dış dünyayı bir resim yapar gibi betimlemiş Ağaçlar'da. Ayrıca, ruhbilime olan ilgisi ve savaş dönemine ilişkin gözlemlerinin de etkisiyle insan doğasına ilişkin net çıkarımlarda bulunuyor. Bu iki özelliğinin birleşimini, ağaçlar ile insanlar arasında ilgi kurarak bu kitabında göstermiş.

Kitabın Ağaçlar başlıklı ilk metninde ''Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.'' diyerek başlıyor yazar. Yazı boyunca ağaçların özellikle de bilgelik özelliğini ön plana çıkararak, insan-doğa ikilemine ve kişisel hislerine vurgu yapıyor. Yalnız ağaçları anlatıyor; Nietzsche gibi, Beethoven gibi yalnızlaşmış büyük ağaçları. Kökleri derinlere uzanan, başı göklere değen; rüzgardan çekinmeyen, sonsuzlukta kaybolmayan ağaçların bilgeliğini anlatıyor. Öncesine veya sonrasına bağlı olmayan, yalnızca kendi kendine var olabilen, güçlü ağaçları anlatıyor. Bu ağaçların on yıllar boyunca gördüklerinin her bir çizgilerine işlediğini, bir tarihi içlerinde taşıdıklarını anlatıyor.


Özetle, kitabı çok sevdim. Hani bazen bazı kitapları ''beğeniriz.'' O kitaplar başarılıdır. Yazarı dili ustaca kullanmıştır, konu özgün ve işleyiş ufuk açıcıdır. Böyle kitaplarda okura sadece öyle ya da böyle kitabı beğenmek düşer. Ancak bazı başka kitaplar daha vardır; işte o kitaplar insanın içinde bazı noktalara dokunur. Kendinden parçalar bulursun belki; veya belki de, kitabı okurken kendini bambaşka bir ortamda bulursun. İçini huzur ve neşe kaplar. Coşkulu olursun. O kitabı elinde tutmak bile mutluluktur senin için. Hah işte, Ağaçlar da benim için bu ikinci kategorideydi. Ağaçlar ve insanlar arasında bağlantı kurma fikrini özgün, yazarın anlatımını başarılı buldum. Ancak bunun yanı sıra kitabı ''sevdim.'' 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


ALINTILAR

''Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuşlardır benim için. Ormanlar ve korularda halklar ve aileler halinde yaşayan ağaçlara hayranım ben. Tek başına duran ağaçlara daha da hayranım. Yalnız insanlar gibidir onlar. Şu ya da bu zaaftan ötürü sıvışıp giden münzeviler gibi değil, yalnızlaşmış büyük insanlar gibi, Beethoven ve Nietzsche gibidirler. Tepelerinde uğuldar dünya, kökleri sonsuzluğa uzanır ama sonsuzlukta kaybolup gitmez, var güçleriyle tek bir şey için, onlara özgü, onlarda içkin yasayı yerine getirmek, büyüyüp serpilmek, varlıklarını ortaya koymak için çabalarlar. Hiçbir şey daha kutsal, hiçbir şey daha mükemmel değildir güzel, güçlü bir ağaçtan.'' (sf: 11)


''Bir ağaç kesildiğinde ve çıplak, ölümcül yarasını güneşe gösterdiğinde, gövdesinden geriye kalan o ak kütüğünden, o mezar taşından tüm tarihi okunabilir: Yaş halkaları ve yumrularında birebir yazılıdır tüm mücadeleler, tüm acılar, tüm hastalıklar, tüm mutluluk ve serpilişler, kurak yıllar, bereketli yıllar, savuşturulmuş saldırılar, atlatılmış fırtınalar.'' (sf: 11)


''Gücüm güvenden gelir. Atalarımı hiç bilmem, her yıl benden doğan binlerce evladımı bilmem. Tohumumun sırrını yaşarım sonuna dek, başka tasam yoktur benim. Tanrı’nın içimde olmasına güvenirim. Uğraşımın kutsallığına güvenirim. Ben bu güvenle yaşarım.'' (sf: 12)


''Bahçede türünün tek örneği olduğunu, kardeşsiz kaldığını da çoğu zaman biliyordu sanki. O vakit uzaktaki ağaçlara bakıyor, eksiklik, özlem duyuyordu.'' (sf: 18)


''Bir süre yaşadığımız her yer, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazanır ve hiç değişmeyen bir imgeye dönüşür. Orada bulunduğumuz ve her şey gözümüzün önünde olduğu sürece, tesadüfi ya da kalıcı şeylere hemen hemen aynı önemi atfederiz, gereksiz ayrıntılar ancak çok sonra silinir gider. Belleğimizde sadece hatırlamaya değer olanlar kalır; öyle olmasaydı, hayatımızın tek bir yılına bile korkmadan, gözümüz kararmadan bakamazdık!'' (sf: 29)


''Fakat hiçbir ağacın, çalının yetişmediği bir şehri ya da doğayı zihnimde tam olarak canlandıramadığım gibi, o tür yerler bende hep bir karaktersizlik izlenimi uyandırır.'' (sf: 29)


''Yüzünde maske taşıyan değişken insanın, doğada büyüyen her varlığa ciddiyetle bakmaya başladığı anda ürkmesi kaçınılmazdır.'' (sf: 42)


''Tüm güzelliklerden bir torba dolusu olsun saklanabilse ve zor zamanlar için bir kenara koyulabilse keşke! Gerçi o zaman yapay kokulu yapay çiçekler olurlardı elbette. Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünyanın bereketi; her gün açıyor çiçekler, parlıyor ışık, gülüyor sevinç. Bazen minnettarlıkla doyasıya içiyoruz bu bereketi, bazen de bıkıp hırçınlaşıyor, adını bile anmak istemiyoruz, oysa etrafımızda her daim bir dolu güzellik var. Zaten sevincin en güzel tarafı, tesadüfi ve bedava olmasıdır; özgürdür sevinç ve Tanrı'nın armağanıdır herkese, ıhlamur çiçeğinin esip gelen kokusu gibi.'' (sf: 53)


''Gezginde tüm hazların en hası, en incesi vardır, zira sevinci tadarken geçici olduğunu da bilir. Her çeşmeden içememesi umurunda değildir onun, bolluğa alışkındır zaten; kaybettiklerinin peşinden uzun uzun bakmaz, sevdiği her yere kök salmayı da arzulamaz.'' (sf: 53)


''Gençken çok farklı hayal etmiştim yetişkin erkeklik çağını. Ama o da yine bekleyişle, sorularla, huzursuzlukla, tatminden ziyade özlemle dolu. Ihlamur çiçekleri mis gibi kokuyor, gezgin kalfalar, toplayıcı kadınlar, çocuklar ve sevgililerin hepsi de sanki bir yasaya itaat ediyor ve ne yapmaları gerektiğini gayet iyi biliyor. Sadece ben bilmiyorum ne yapmam gerektiğini. Tek bildiğim şu: Ne oyun oynayan çocukların hesapsız mutluluğu, ne geçip giden gezginlerin aldırışsızlığı, ne sevgililerin vurdumduymaz esrikliği, ne de çicek devşiren kadınların toplama hevesi bahşedilmiş bana. Bana bahşedilen, hayatın içimde duyduğum sesini takip etmek; anlamını ve amacını tam bilemesem de, beni neşeli yollardan alıp giderek daha karanlık, daha belirsiz yollara götürse de, bu sesi takip etmek.'' (sf: 55)


''Bu ağaçlardan birini kaybetmek bir dostu kaybetmek demektir benim için.'' (sf: 58)


''...nadan bir iyimserlik, tüm derin sorunların gülerek geçiştirilmesi, ısrarlı sorgulamalardan pişkince ve korkakça kaçınılması, anlık hazların yaşam tarzı haline getirilmesi; zamanımızın şiarı bunlar şimdi.'' (sf: 65)


''Tüm bu büyüklenmelerin anlık olması, tüm bu resimler ve rekorların sadece bir gün sürmesi kimsenin umurunda değil, ne de olsa bunlara hep yenileri ekleniyor.'' (sf: 66)


''Bahçenin rahiyası yoktu, orman çağırmıyordu, etrafımdaki dünya eski püskü şeylerin ortalığa saçıldığı bir yer gibiydi, tatsız tutsuz, cazibesizdi, kitaplar kâğıttı, müzik bir gürültü. Sonbahardaki ağacın yaprakları da böyle dökülür işte, ağaç hissetmez bunu, yağmur süzülürken gövdesinden ya da güneş ya da ayaz, içindeki hayat yavaş yavaş büzülüp kendi içine çekilir. Ölmez ağaç. Bekler.'' (sf: 78)


''Ben fani olmak, çocuk olmak, çiçek olmak istiyorum.'' (sf: 91)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Sanat Kitabı | Kitap Yorumu

Çevirmen: Ahmet Fethi, Yayınevi: Alfa Yayıncılık

Kitapta İlk Çağ uygarlıklarından başlayarak günümüzdeki modern sanat anlayışlarına kadarki yüzyılları kapsayan süreçte gerçekleşen sanat akımları, kendi dönemlerine damga vurmuş sanatçılar ve onların önemli eserleri, bu eserlerin önemi ve kısaca hikayesi yer alıyor.

Kitapta pek çok sanatçı, pek çok eser var. Kitabın içeriği zengin, baskısı kaliteli. Kitapta çok fazla dönem, sanatçı ve eser yer aldığından dolayı bunlara ilişkin çok detaylı bilgiye yer verilmemiş. Ancak genel çapta bilgi edinmek mümkün. Kitabı bir ders kitabı mantığında okumadığım için bütün sanat dönemlerinde neler yaşandığı şu anda bile şu şudur mantığında aklımda değil. Ancak kitabı okurken pek çok eser ve sanatçı keşfettim. Hatta bazı sanatçılara gerçekten hayran oldum. Birazdan da yazımda bunlardan bazılarına yer vereceğim.

Alfa Yayınları'ndan çıkan Büyük Fikirler Serisi'nde tıpkı Sanat Kitabı'nda olduğu gibi çeşitli konuların ele alındığı özel baskı kitaplar yer alıyor. Edebiyat Kitabı, Ekoloji Kitabı, Dinler Kitabı, Mitoloji Kitabı, Felsefe Kitabı, Hatta Sherlock Holmes Kitabı bunlardan bazıları. Bu seriden başka kitapları da okumak istiyorum. Sizler de belki bu seriyi incelemek isteyebilirsiniz.

Şimdi de gelelim üzerine konuşmak istediğim eser ve sanatçılara.


Bunların başını çeken isim Albrecht Dürer. Kendisi 1400'ün son, 1500'ün ilk çeyreğinde yaşamış bir Rönesans sanatçısı. Aynı zamanda matematikçi ve matbaacı. Zaten baskı resmi de yaygınlaştıran isimlerden birisi, bu da onun getirdiği en önemli yeniliklerden. Onun yaşadığı dönemde sanatta dinin etkisi yoğundu; ancak onun eserlerine baktığımda aynı dönemde yaşamış olduğu sanatçılardan ayrılan özgün bir bakış açısı olduğunu çok net görebiliyorum. Kendisi dini metinlerden ilham aldığı eserlerini bile daha karanlık ve gotik bir havayla resmetmiş. Aynı zamanda eserlerinde isminin baş harflerini bir çeşit logo gibi bir köşeye iliştirmiş olduğunu görüyoruz. Tarihin ilk logo tasarımı diyebilir miyiz? Neden olmasın. :) Yukarıda kendisinin ''Şövalye, Ölüm ve Şeytan'' isimli eserine yer verdim. Aynı zamanda ''Mahşerin Dört Atlısı'' isimli eseri de önemli eserlerinden.


Utagawa Hiroshige de yazımda kendisini ağırlamadan geçmek istemediğim bir diğer isim. Hiroshige de Dürer gibi baskı resimle ilgilenmiş bir sanatçı. Eserlerinde daha çok gezilerinde gördüğü manzaraları işlemiş. Oldukça üretken bir sanatçı olduğu, binlerce baskı resim ürettiği biliniyor. Kendisi izlenimcilerin de (empresyonistler) sanat anlayışını izlediği bir isim. :)


Caspar David Friedrich 19. yüzyılda yaşamış bir Alman ressam. Sanatçı eserlerinde romantizm akımından etkilenmiş. Yukarıda yer verdiğim eserini ezelden beri çok seviyorum. Hatta bir baskısını alıp odama asmak niyetindeyim. :) 

Bu esere baktığımda sanki ben de resimde yer alan figür gibi sisli dağların ötesini izliyorum. Yalnızım ve rüzgarın sesi yoldaşım. Tabi ki resmin bu etkiyi vermesi de sanatçı tarafından planlanmış bir şey. Rückenfigur (arkadan figür) tekniği ile aynı yukarıdaki resimde olduğu gibi resimde yer alan figürün arkası izleyicisine dönük oluyormuş ve bu sayede resmin izleyicileri de resimdeki figür ile birlikte manzarayı seyre koyuluyorlarmış.

Bu eser pek tabii izleyicisini düşüncelere de sevk ediyor. Bu figür kim? Neden dağın zirvesine tırmanmış? Ne hissediyor olabilir? Ne düşünüyor olabilir? Yüz ifadesi nasıl olabilir? Sisli dağların zirvesindeki bu gizemli adam, belki de bir ıssız adam olabilir. Ya da sadece dağ yürüyüşlerini seviyor olabilir. İşte resimde kullanılan bu teknik ile resme bu belirsizlik katılarak resmin anlamı da derinleştiriliyor.

Peki sizce, bu adam neden orada olabilir? Ne düşünüyor, ne hissediyor olabilir?

O halde ressamın -kitapta da geçen- bir sözüne yer vereyim bu noktada: ''Beden gözünüzü kapatın, resminizi ilk önce ruhun gözüyle görebilirsiniz.''


Gel zaman git zaman tabii fotoğraf makinesi icat edilmiş. Fotoğrafların resmin yerini alabileceği ilk akla gelen düşünce olsa da; aksine, fotoğraf, resim sanatını beslemiş ve sanatçılara farklı bir perspektif sunmuş. Yukarıda yer verdiğim Edgar Degas'nın Bale Okulu (1873) isimli eserinde fotoğrafın getirdiği etkiyi görmek mümkün. Önceden figürlerin durağan halde olduğu eserler üretiliyordu. Ancak yukarıdaki resimde de gördüğümüz üzere artık resimlerde bir hareket etkisi göze çarpıyor. An'ı bir fotoğrafmışçasına resmetme fikri geliyor. Önceden bağcığını bağlayan bir figür resimlerde yer almazken, yukarıdaki fotoğrafta küçük kızın tam da resmin orta yerinde eğilmiş ayakkabısını bağladığını görüyoruz. Bu, an'a dayalı yeni anlayış da tabii ki resme yeni bir soluk getirmiş.


Modern Çağ'da sanat anlayışı daha da öznel bir hal alıyor. Artık sanatçıların kişisel yaşantıları eserin varoluş biçimini oluşturur durumda. Yukarıda yer verdiğim fotoğrafta yer alan Louise Bourgeoıs'in Maman (1999) isimli eserinde bunu görmek mümkün. Bu eserde yer alan örümcek figürü ile sanatçı kendi annesi arasında benzeşim kurmuş durumda. 

Anne çocuk temasını geçmiş yıllarda eserlerde Bakire Meryem üzerinden ''koruyucu anne'' niteliği vurgulanmış bir şekilde pek çok kez görmüştük. Bu eski eserlerde anneliğin koruyucu, besleyici, güvenli yönü vurgulanıyordu. Ancak son yüzyılda bu düşünce biçimi post-psikanalitik anlayışın da etkisiyle değişime uğramıştır. Annelik daha karmaşık ve zıtlıklarıyla tanımlanmaya başlamıştır. Bir idealden ziyade, gerçekler pek çok haliyle eserlerde farklı biçimlerde yer bulur olmuştur. Maman isimli eser de işte bunlardan birisi.

Louise Bourgeois 21 yaşındayken annesini kaybetmiştir. Bu kaybın acısına babası saygı duymamıştır. Hatta bu nedenle de sanatçının intihara kalkıştığı kitapta ifade edilmekte. Annesini kaybeden sanatçı bu yoğun hislerinin de etkisiyle sanata yönelmiş. Maman'da gördüğümüz bu dev örümcek figürü; yüksekliği 9, genişliği 10 metreyi bulan bir eserdir. Bu örümceği izleyen pek çok kişinin korku, kaygı ve hatta tiksinme duyguları hissettikleri ifade edilmiştir. Ancak sanatçıya göre örümcekler insanlığı hastalıklardan koruyan birer kurtarıcıdır. Sanatçı örümceğin insanlar üzerinde huzursuzluk gibi olumsuz etkiler bıraktığının da farkındadır ve bunu, eserin iyi-kötü gibi zıtlıkları içeren mesajını vermesi için bir araç olarak kullanmaktadır.

Eser, 2000 yılında Londra'daki Tate Modern Galerisi'ne yerleştirildiğinde; sevgi ve sadakati ifade eden ''Yapıyorum'', bir çözülmeyi gösteren ''Çözüyorum'' ve onarmayı ve barışmayı gösteren ''Yeniden Yapıyorum'' isimli üç çelik kuleye yukarıdan bakmaktaymış. Sanatçı bu kulelerin üçüne de birer heykel yerleştirmiş. Bu heykellerin Yapıyorum kulesinde yer alanında bir anne ile çocuğun kucaklaşması (iyi anne), Çözüyorum'da kaçık bir anne ile ağlayan bir bebek (kötü anne) ve Yeniden Yapıyorum'da göbek bağıyla yüzen bebeğine bağlı bir anne yer almaktaymış.

Benim bu eserden etkilenme sebebim ise, içerdiği bu zıtlıkların bir arada bir bütünü oluşturması. Aynı zamanda sanatçının bizzat kendi hislerinden yola çıkarak izleyenlere adeta bir hikaye sunması. Kaldı ki, her ne kadar bu ''hikaye'' sanatçının kendisinden yola çıkarak ifade ettiği bir eser üzerinden izleyicilere gösterilse de, aslında ortak his ve yaşantılara hitap eden bir özelliğe de sahip. Anne-çocuk ilişkisinin yalnızca bir ideal üzerinden ele alınamayacak denli çok detaya sahip olduğunu düşünüyorum zira.


Özetle, kitabı çok beğendim. Ben kitabı kütüphaneden alıp okudum ama kitabın koleksiyonluk eserlerden olduğunu düşünüyorum. Öyle bir anda açıp dur okuyayım da bitireyim şeklinde okunur mu, evet okunur ama ara vere vere okumak daha doyurucu ve keyif verici olacaktır.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




The Secret Of Moonacre (Ay Prensesi) | Film Yorumu


Yönetmen: Gabor Csupo

Senarist: Elizabeth Goudge

Yapımı: 2008 


Maria Merryweather (Dakota Blue Richards), babasının ölümünden sonra öğretmeni Miss Heliotrope (Juliet Stevenson) ile birlikte amcası Sir Benjamin'in (Ioan Gruffudd) yanına taşınır. Kırsaldaki özel mülkünde her tarafı dökülen eşyasız bir şatoda yaşayan amcasının evi de, kendisi de oldukça gizemlidir. Ayrıca Sir Benjamin, kadınlardan pek haz etmiyor gibi görünmektedir. Maria bu yeni evinde pek çok şey keşfeder. Amcasının onun için ayırdığı çatı katındaki odadan her gece kayıp giden yıldızları, her sabah ona doğru koşan tek boynuzlu beyaz bir atı izler. Üstelik her sabah uyandığında yanı başında kurabiye ve süt ile demode bulduğu uzun bordo bir elbise bulur. 

Maria, babasının ölümünden sonra babasının ona bıraktığı masal kitabından ilginç bilgiler edinir. Kitapta yazanlara göre amcasının yaşadığı bu kasaba yüzyıllar evvel lanetlenmiştir. Bu topraklar üzerinde yaşayan Merryweather ve De Noir ailelerinin hırsı lanetin sebebidir. İlk ay prensesinin lanetine göre kasabaya doğacak olan beş bininci ay ile birlikte kasaba tamamiyle karanlığa gömülecektir. Her geçen gün daha da büyüyüp kasabanın üstüne binen ay, zamanı daraltmaktadır. Ailesi, yeni evi ve kendisi hakkında tuhaf gerçekler öğrenen Maria'yı büyük bir macera bekler.


Kaynak: IMDb

Sihir, efsane, aşk, dostluk, iyilik, kötülük ve lanetler... Büyülü bir film Ay Prensesi. Büyük küçük her yaştan izleyiciye hitap edeceğini düşünüyorum. Ben çok severek izledim. Sevgili Maria'nın çatı katındaki odasını da fazlasıyla kıskandım. :)

İlgisini çekenlere önerebileceğim bir film.

Hoşça kalın.


The Secret of Moonacre Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




İmkansızın Şarkısı (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Nihal Önol,
Yayınevi: Doğan Kitap

Gençlik, dostluklar, ilk aşk... Hepsi bir perdenin ardında kalmış gibi Vatanabe için. Kitabın başında Vatanabe'yi 37 yaşında bir adam olarak görüyoruz. Bir uçakta yolcu; iniş yapacakları Almanya'nın, yemyeşil uzanan arazisine bakıyor. Gördükleri onu neredeyse yirmi yıl öncesine götürüyor. Bir kızla tüm Tokyo'yu gezdiği günlere. O kızı anımsamasının her geçen yıl daha da uzun sürdüğünü söylüyor. Yine de ona dokunabilirmiş gibi, bastığı toprağı hissedebilirmiş gibi; bir şekilde anılarının hep derinliklerinde bir yerde canlı kaldığını düşünüyor. Kitap boyunca bize ilk gençlik yıllarını anlatıyor Vatanabe. En yakın ve çocukluk arkadaşı olan Kizuki'nin intiharından başlayarak ilk gençlik yıllarında üniversite hayatı boyunca yaşadığı olayları anlatıyor kitap boyunca.

Vatanabe (Toru) sıradan bir çocuk. Pek fazla göze batmayı sevmeyen, ondan beklenenleri sessiz sedasız yapan; kendi halinde biri. Lise yıllarında yüreğine heyecan veren anlar dostu Kizuki ve onun sevgilisi Naoko ile yaşadığı güzel zamanlara ait. Ancak bir gün onu ve Naoko'yu derinden etkileyecek bir olay yaşanıyor. Kizuki yaşamına son veriyor. Bu beklenmedik bir olay herkes için. En çok da Naoko ve Vatanabe için. Vatanabe, üniversite okumak için yaşadığı küçük kasabadan olabildiğince uzağa gidiyor. Tokyo'da çok da ilgisini çekmeyen bir üniversitede, çok da ilgisini çekmeyen bir bölümde, çok da ilgisini çekmeyen insanlarla dolu bir yurtta kalarak yaşamını sürdürüyor. Bir gün tesadüfen Naoko ile karşılaşıyorlar. O günden sonra her gün Naoko ile Tokyo sokaklarını arşınlıyorlar beraber. Bir amaçları olmadan yürüyorlar, yürüyorlar. Sonra, Vatanabe aşık oluyor; ancak Naoko bu aşka hazır değil. Naoko, Kizuki'nin ölümünden sonra toparlanamıyor. Şehirden uzakta bir dağ arazisine kurulmuş rehabilitasyon merkezine tedavi olmaya gidiyor. Vatanabe ise bir yandan yaşamına devam ederken, diğer yandan arkadaşı ve aşkı olan bu kızla iletişim kurmaya devam ediyor. 

Her ne kadar kitap boyunca Vatanabe ve onun çevresindeki karakterlerin başından geçenleri okusak da; bana kalırsa kitabın asıl odak noktası Kizuki'nin ölümü. Tüm olaylar, hatta tüm karakterler, sanki bir şekilde bu olaya bağlı gibi. Hepsinin kendi hayatı var: Naoko, Midori, Reiko, Nagasava, Hatsumi, Faşo... Hepsini aslında Vatanabe'nin gözünden görüyoruz. Ancak bir şekilde hepsi Kizuki'nin ölümüne bağlı. Belki de Vatanabe, aslında sandığından çok daha derin bağlarla dostuna uzun süre bağlı kaldığı için bu böyledir.

Vatanabe yoluna devam eden bir isim. Ne olursa olsun yaşamını sürdüren. Bir adım atan, sonra diğer adımı. Zaten Murakami'nin kitaplarında illa ki bu kafa yapısına sahip en az bir karakter bulunuyor ve bu karakter illa ki bunu dile getiriyor. Ben sadece sürdürüyorum, olayını. Ancak bu ''sürdürme'' eyleminin derinlerinde geçmişte kapanmamış bir çukurun var olduğunu görüyoruz. Karakter yaşamını ''sürdürmek'' için ne kadar ritmik adımlar atarsa atsın, bir şekilde karakterin başına gelen tüm olaylar bu çukura saplanmış oluyor. Diğer yandan, karakterin kendini ''var etme'' biçimi de bu oluyor. Karakter ancak ilerleyerek, öyle ya da böyle, istese de istemese de, keyif alsa da almasa da; ama ne olursa olsun ilerleyerek kendini var edebiliyor. İşte bu kitaptaki bu rol de Vatanabe'ye verilmişti.

Naoko ise kırılgan bir kız. Sevgilisi Kizuki, onun aynı zamanda çocukluk arkadaşı olduğu için onun ölümünü kabullenmekte zorlanıyor. Kitap ilerledikçe aslında Naoko'nun yaşadığı travmanın Kizuki'nin ölümüyle sınırlı kalmadığını görüyoruz. Kendisinin de söylediği gibi, hissettiği olumsuz ruh durumu aslında çok daha derinlerden kökleniyor.

Midori, Vatanabe'nin üniversiteden arkadaşı, özgür ruhlu bir kızımız. Aynı zamanda kitaptaki en sevdiğim, hatta bayıldığım isim. Kendisi gerçekten kanlı canlı var olsa, arkadaş olmak bile isteyebilirdim. Onun da yaşamı kolay değil. Aslında yaşadıklarına baktığımızda ana karakterlerin üçünün de benzer durumlarla karşı karşıya kaldıklarını görüyoruz. Ancak burada farklılaşan nokta, üç karakterin de yaşadıkları olaylara farklı şekilde tepkiler vermeleri. Bu bakımdan Midori'nin diğer iki isme oranla daha farklı bir yaklaşımla yaşamına devam ettiğini görüyoruz.


Kitapta yer alan diğer karakterlerden özellikle de Reiko ve Nagasava'nın, Vatanabe'nin varlığının gölgesinden sıyrılıp kendilerine ait bir varlığa sahip olduklarını görüyoruz. Karakterlerin düşüncelerini daha derinlemesine görebiliyoruz. Üstelik karakterlerin hepsi de şahsına münhasırlar diyebiliriz. Sevip sevmemek tabi ki ayrı bir olay, ki zaten kitapta sevdiğim tek karakter de Midori'ydi, ancak böyle farklı bakış açılarına sahip karakterlerin düşüncelerini okumayı seviyorum. Murakami ise kullandığı basit dile karşın, karmaşık düşünceleri bir arada bünyesinde barındırabilen orijinal karakterleri okurlarına sunabiliyor.

Kitaptaki pek çok alıntıyı kaydettim. Kitabın ana hikayesini ve karakterlerin bakış açılarını beğendim. Ancak kitapta şu anda üstünde durmadan geçemeyeceğim ölçüde rahatsız edici kısımlar da bulunuyordu. Özellikle de Reiko karakterinin geçmişini bu denli rahatsızlık verici bir biçimde ele alması gerekli miydi yazarın, biliyorum: Değildi. Yazarın cinselliğe ilişkin fantezilerinin olduğunu anlamam için tek bir kitabını okumam bile yeterliydi. Bunda bir sorun yok; sonuçta onun kitabı, cinselliğe de yer verebilir şahsi yaratıcı fikirlerine de. Ancak, bazen yazdıkları artık bambaşka boyutlara ulaşıyor. Belki de bunu tam da bilinçli olarak yapıyordur, bilemiyorum.

Yazarın kendi kişiliğini sevmemeye daha yakın olduğumu düşünüyorum. Ancak yazdığı kitaplarda bir noktada beni çeken bir şeyler mutlaka oluyor. Yazdığı bir cümle, bir karakterin anlık bir ruh hali, o boşverilmiş hava... Bilmiyorum, Murakami kitaplarını seviyorum; ama sanırım yazarın kendisini pek değil. 

Aynı zamanda kitabın bir film uyarlaması da bulunuyor.



ALINTILAR

''İşte bunun için yazıyorum bu kitabı. Düşünmek için. Anlamak için. Ben böyleyim. Olayları tam olarak kavradığımı hissedebilmek için, sözcüklere dökmek zorundayım...'' (sf: 10)


''Neden bu kadar katısın? Hadi rahatla biraz, şu kalkanlarını indir. O kadar gerginsin ki, hayatta hep en kötüsünü bekliyorsun. Biraz bırak kendini, gerisi gelecek.'' (sf: 13)


''İçimden bir şey koptu gitti ve bu boşluğu dolduracak hiçbir şey çıkmadı.'' (sf: 57)


''Sen beni kırmadın. Ben kendi kendimi kırdım. Tam olarak hissettiğim bu.'' (sf: 60)


''O kadar uzun zaman bekledim ki, mükemmeli arar oldum. Bu, işi zorlaştırıyor.'' (sf: 101)


''Birisine yazabilmek ne harika bir şey! Düşündüğünü birine söyleme isteği duymak, masanın başına geçmek, kalemi eline almak, düşüncelerini kelimelere dökebilmek gerçekten olağanüstü. Kuşkusuz, yazarken, söylemek istediklerimin ancak bir bölümünü dile getirebildiğimi görüyorum, ama bu beni rahatsız etmiyor. Şimdilik, sadece birine bir şey yazma isteğini duymak bile beni mutlu ediyor.'' (sf: 114)


''Kalbini açabilen insanlar var, bir de açamayanlar. Siz açabilenlerdensiniz. Ya da daha doğru deyişle, istediğinizde bunu yapabiliyorsunuz.'' (sf: 132)


''Yüzlerimiz birbirinden ancak otuz santim uzaktaydı, ama aramızda sanki ışık yılları bulunuyordu.'' (sf: 170)


''Yiyeceğin lezzetli gelmesi iyi bir şey. Sanki yaşadığınızın bir tür kanıtı gibi.'' (sf: 247)


''A kişisi B kişisini, ancak bunun için doğru zaman olduğunda anlar. B kişisi A kişisi tarafından anlaşılmak istediği için değil.'' (sf: 269)


''Kendine acıma. Bunu aptallar yapar.'' (sf: 307)


''Gerçekten umursadığın birinin kalbini kırmak, hem de bunu bilinçsizce yapmak ne kadar korkunç bir şeydi.'' (sf: 310)


''Sen kendi dünyanın içinde hapsolmuş durumdasın, kapını tıklattığımda iki saniye bana bakıyor ve sonra tekrar içine dönüyorsun.'' (sf: 322)


''Birini sevmek olağanüstü bir şeydir ve bu sevgi eğer gerçekse, kimse içinden çıkılmayacak bir labirente düşmez.'' (sf: 342)


''Olaylar doğal akışına bırakıldığında, zaten gitmeleri gereken yere giderler. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, insanlar kırılmaları gereken zaman geldiğinde kırılacaklar. Hayat böyle.'' (sf: 343)


''Hiçbir gerçek, bir sevdiğimizi kaybettiğimiz zaman duyduğumuz kederi gideremez. Hiçbir gerçek, hiçbir samimiyet, hiçbir güç, hiçbir nezaket bu acıyı geçiremiyor. Tek yapabileceğimiz şey, üzüntüyü sonuna dek yaşamak ve sonunda bundan bir şey öğrenmek, ama her ne öğrenirsek öğrenelim, bir sonraki beklenmedik üzüntüde bir yardımı olmuyor.'' (sf: 347)


"Mektuplar, kâğıttan başka bir şey değil" dedim. "Yakılsalar bile, yürekte kalması gerekenler kalır; yakılmayıp saklansalar bile, uçup gitmesi gereken uçup gider." (sf: 371)


kitapta sıkça geçen parçayı dinlemek için tıklayabilirsin.


Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Yeşil Bambu ve Diğer Fantastik Öyküler (Osamu Dazai) | Kitap Yorumu

Yazar: Osamu Dazai, Çevirmen: Esranur Yiğit,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitapta yedi öykü yer alıyor. Bu öyküler Japon kültüründen ve mitolojisinden beslenen fantastik öyküler. Öykülerin ikisi dışında diğerlerinin birbirleriyle bağlantısı bulunmuyor. Öykülerin hepsini genel olarak beğendim. Açıkçası Dazai’nin kaleminden böyle yumuşak geçişlere ve ılımlı karakterlere sahip kurgular okumayı beklemiyordum. Bu kitap, İnsanlığımı Yitirirken ve Öğrenci Kız kitaplarından sonra yazardan okuduğum üçüncü kitap oldu. Diğer iki kitabında yazar karakterlerin tüm zihin yapısını çat çat çat acımadan ortaya koymuştu. Söz konusu karakterlerin gölge yanlarını görmek, okur olarak beni yer yer yormuş ama bir hayli de ilgimi çekmişti.

Bu kitaptaki karakterler de ilgimi çekti. Ancak bu kitabın bana göre diğer kitaplardan ayrılan en önemli tarafı, bu kitapta karakterlerden ziyade yazarın kurgulara ve olayların akışına vurgu yapmasıydı. Diğer iki kitapta kurgular değil, karakterlerin zihin yapıları ön plandaydı. Bu kitapta ise kurgu içindeki dinamikler daha çok ön plandaydı. Tabii aralarda yazarın yer yer hissedilen bilindik alaycı bakış açısı da gözden kaçmıyordu.

Kitaptaki en çok Yeşil Bambu ile Romantizm Feneri isimli öyküleri beğendim. Bunun sebebiyse bu iki öykünün kurgu anlamında daha yaratıcı ve merak uyandırıcı olduklarını düşünmemdi. Benim beğenerek okuduğum bir kitap oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


ALINTILAR

''Nedendir bilinmez, eskiden beri öğrenciler fakir olmaya mahkum gibiydi.'' (sf: 7)


''İnsanlar ayrıldığında yabancılaşır.'' (sf: 44)


''İnsanlar ölçüsüzce para istememeli ancak körü körüne yoksulluğuyla gurur duyması da çok tatsız.'' (sf: 65)


''O kadar yalnızmış ki aya ve yıldızlara şarkılar söylediği bile olmuş.'' (sf: 139)


''Hüzünlü birini hüzünlü şarkılar teselli eder. Başkalarının kederlerini hiç anlamıyorsun.'' (sf: 140)


''Artık Rapunzel'in muhteşem altın rengi saçları yere ulaşacak kadar uzamış. Saçlarını hiç acımadan kesmiş ve sonra birbirine bağlayarak uzun bir ip yapmış. Bu, güneşin altındaki en güzel ipmiş. Pencerenin kenarına ipin ucunu sıkıca bağlayıp kendi altın sarısı saçlarına tutunarak sorunsuz bir şekilde aşağıya inmiş.'' (sf: 140)


''Aşk oyunu bittikten sonra her zaman gerçek hikâye başlar. Çoğu film tatlılığa bağlandığında "The End" yazısı beliriyor ancak bizim bilmek istediğimiz bundan sonra nasıl bir hayata başlayacakları oluyor. Hayat hiçbir zaman heyecan verici bir oyun dizisi değildir.'' (sf: 143)


''İnsanlar sevinçli anlarında başkalarının acılarını fark edemezler değil mi?'' (sf: 147)


''Bakalım çirkin bir yüzü olsa bile onu sevebilecek misin?'' (sf: 160)


''Karşılıklı saygı olmadan gerçek bir evlilik gerçekleştirilemezdi.'' (sf: 172)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




With Honors (İnsanlık Yolu) | Film Yorumu


Yönetmen: Alex Keshishian

Senarist: William Mastrosimone

Yapımı: 1994 - ABD


Monty (Brendan Fraser) Harvard'da öğrenim gören başarılı bir öğrencidir. Bitirme tezini yazmak için çok emek vermiştir. Bir gün bilgisayarı bozulur ve Monty elindeki çıktıların yedeğini almak için fotokopisini çektirmeye karar verir. Yolda takılıp düşmesi sonucu tez dosyası yoldaki mazgaldan aşağıya düşer. Okulun kazan dairesine düşen tezini almak için aşağıya inen Monty'i bir sürpriz beklemektedir. Kazan dairesinde yaşayan Simon (Joe Pesci) isimli evsiz bir adam, tez kağıtlarını ısınmak için tek tek ateşe atmaktadır. Çok emek verdiği tezini kurtarmak isteyen Monty, Simon ile bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre Monty Simon'un her bir isteğini yerine getirmesi karşılığında kağıtlarını tek tek geri alacaktır. Sorun, alacağı 83 sayfanın olmasıdır... Film boyunca Simon ile Monty etrafında gelişen olayları izleriz.


Kaynak: IMDb

Film arka planında bir sistem eleştirisini ifade ediyor. Simon aslında entelektüel bir adam. Çok okuyan, iletişim becerileri gelişmiş birisi. Hatta yeri geldiğinde Harvard'ın bodrumunda yaşadığı için yargılanacağı mahkemede bile kendi kendisinin avukatlığını yapabiliyor. Bir Harvard profesörünü ters köşe edebiliyor. Ancak devletten para almayı, evsizlerin barınabileceği yerlerde yaşamayı ve hatta devlete bağlı bir hastaneye gitmeyi dahi reddediyor. Kendi kendini sistem dışı etmiş birisi.

Monty ise sistemin tam göbeğinde yer almak için çırpınıp duran bir genç. Elindeki tezi hayatı olarak görüyor. İstediği tek şey ''başarılı'' olmak. Gelecek vadeden, önü açık da bir genç. Ancak sevdiği kızdan uzak duruyor, profesörünün düşüncelerini onaylayan bir tez yazıyor ve çıkarları için pek çok şeye sabredebileceğine inanıyor.


Yukarıda yer verdiğim sahne, belki de filmin özeti niteliğinde. Monty tezine çok emek veriyor bu doğru. Ancak tezinde savunduğu fikirler sadece profesörünün onaylayacağı düşüncelerle dolu. Monty kendi düşüncelerinin neler olabileceğini sorgulamıyor bile. Vaktiyle birilerinin ''doğrusu budur'' dediği her şeyi hiç düşünmeden kabul edip kendi fikriymiş gibi bir kez daha sisteme geri sunuyor. ''İkinci el''den aldığı fikirleri kullanıyor. 

Simon, Monty'e sistemin bir kölesi olmadan yaşaması gerektiğini sadece onunla vakit geçirerek gösteriyor. Alt tabakadan bir adamla kurmak zorunda kaldığı bu zorunlu iletişim yavaş yavaş dostluğa dönüşürken Monty, kendi hayatını yaşamaya başlıyor. 


Kaynak: IMDb

Simon yalnızca Monty'nin değil, onun ev arkadaşlarının da hayata bakışlarında değişime yol açıyor. Aynı şekilde Monty ve diğerleri de Simon'un hayatında eksik olan duyguları hissetmesini sağlıyorlar. Aslında kilit nokta da bu: Farklı duygular. Evsiz bir adam olan Simon, bu gençler için ne kadar farklıysa; aynı evin içinde bir aile olmuş bu gençler de Simon için o denli farklı, yabancı ve gereksinim duyduğu bir şeye sahipler. Film, seveceğin birilerinin olmasının ve bu birilerini bulduktan sonra da onlara hak ettikleri değeri ve zamanı vermenin önemini gösteriyordu bu noktada.

Çok severek izlediğim, bolca güldüğüm ve güzel repliklere sahip anlamlı bir filmdi With Honors. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Hoşça kalın.


With Honors soundtrack dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




Otuz Milyon Kelime - Çocuğunuzun Beynini Geliştirin (Dana Suskind) | Kitap Yorumu

Yazar: Dana Suskind, Çevirmen: Barış Satılmış,
Yayınevi: Buzdağı Yayınevi

Kitabın yazarı olan Dana Suskind işitme kaybı ve koklear implantasyonu ile ilgili çalışmalarda bulunan bir doktor. Benzer hastalık geçmişine sahip olmalarına karşın, koklear implantasyon işleminden farklı sonuçlar alan çocukların neden aynı oranda işitme becerisi kazanamadıklarını sorgulamakla başlayan araştırmaları onu sosyal bilimler alanına getirerek, ebeveynlerin bebeklerinin\ çocuklarının yanında kullandıkları dilin nitelik ve niceliğinin dil ve beyin gelişimine etkilerini araştırmasını sağlamıştır. 

Kitapta dil gelişimi için 0-3 yaşın önemine vurgu yapılmış. Aynı şekilde dil gibi pek çok beceri kazanımı için 0-3 yaşın önemi ortaya konmuştur. Dil, düşünce üretmek için kullanılan bir nevi yakıttır. Bu nedenle de ebeveynlerin çocuklarıyla iletişim kurması, kurdukları iletişimde takındıkları tavır; çocuğun hem beyin gelişimi, hem de duygusal olarak ihtiyaçlarının karşılanması açısından önem taşımaktadır. Kitapta, beyin ve dil gelişimi ile ilgili yapılan çeşitli çalışmalar kaynak gösterilerek dilin beyin gelişimine etkisi anlatılmıştır.

Otuz Milyon Kelime, Hart ve Risley isimli iki bilim insanının yürüttüğü bir çalışmanın sonuçlarından ismini almaktadır. Bu çalışmada farklı sosyoekonomik düzeydeki ailelerin, çocuklarıyla olan iletişimi üç yıl boyunca belli sürelerce kayıt altına alınıp incelenmiştir. Elde edilen bulgulara göre sosyoekonomik düzeyi daha yüksek olan ailelerin çocuklarıyla daha fazla konuştuğu ve bu konuşmaların içeriğinin çocuğa yönelik pozitif tutum taşıdığı belirlenmiş. Daha düşük sosyoekonomik düzeydeki ailelerin ise çocuklarıyla daha az konuşmakta oldukları ve bu konuşma içeriklerinin emir ve yasak içerikli ifadeleri daha fazla barındırdığı gözlenmiş. Üç yıllık araştırmanın sonunda yüksek ve düşük sosyoekonomik düzeylerdeki bu ailelerin konuştukları toplam kelime sayıları arasındaki farkın otuz milyon olduğu sonucuna ulaşılmış.

Peki çocuklarla daha fazla konuşmak ne sağlıyor? Bebeklik ve erken çocukluk döneminde aileleriyle iletişimlerinin nitelik ve niceliği yüksek oranda olan çocukların ileriki yıllarda akademik başarılarının daha yüksek ve öz düzenlemelerinin daha gelişmiş olduğu saptanmış.

Dil, beyin gelişimi için çok önemli bir araç. Kitabın yazarı olan cerrahın dil üzerine çalışmalar yapmaya yönelme sebebi de aslında temelde bu olmuş. Çünkü bir kişi sesleri duyma yetisini cihazlarla kazansa bile duyduklarını anlamlandıramazsa; bu, istenen sonuca ulaştırmamaktadır. Bu kitapta Dr. Dana Suskind kelimelerin çocuğun beyin gelişimi üzerindeki etkisine vurgu yaparak ebeveynlerin bu konuda bilinçlenmesini amaçlamaktadır.

Kitap, özellikle de ebeveyn ve eğitimciler için farklı bakış açısı katabilecek bir içeriğe sahip. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


ALINTILAR

''Ebeveynlerin çocuklarıyla konuşması belki de dünyamızdaki en değerli kaynaktır. Dil, kültür, kelimelerdeki nüanslar ya da sosyoekonomik statüler fark etmeksizin dil, beynin optimum potansiyeline ulaşmasına yardımcı olur. Aynı şekilde dilin eksikliği beyin gelişiminin en büyük düşmanıdır.'' (sf: 13)


''Dil öğrenimi için gerekli olan nöroplastisite tüm yaşlarda bir dereceye kadar gerçekleşir ancak doğumdan 3-4  yaşa kadar genç beynin ayrılmaz bir parçasıdır.'' (sf: 18)


Dil bakımından zengin bir çevre ''oksijen gibidir. Ondan yeterince alamayan bir insanı görene kadar değerini anlamazsınız.'' - Nim Tottenham (sf: 26)


''Duyduğumuz kelimeler, kaç tane kelime duyduğumuz ve bunların nasıl söylendiği, beyin gelişiminde belirleyici faktörlerdir.'' (sf: 48)


''Üç tür yalan vardır: Yalanlar, kuyruklu yalanlar ve istatistikler.'' -Mark Twain (sf: 51)


''Birisi size tekrar ve tekrar ne kadar değersiz olduğunuzu söylerse ve bu kişi özellikle de inanmanız beklenen biriyse kendinizi ne kadar değerli hissedebilirsiniz ki? Shayne Evans, çocukların bunu yalnızca ebeveynlerinden değil; okul yönetiminden, öğretmenlerden ve toplumdan duyduklarını söylüyor.'' (sf: 58)


''Tek bir sözcüğün anlamını bulmaya odaklanmanız gerektiğinde takip eden diğer tüm sözcükler kaybolur.'' (sf: 61)


''Biyolojinin size verdiği bir beyindir. Yaşam onu akla dönüştürür.'' - Jeffrey Eugenides, Middlesex (sf: 63)


''Sonuç olarak sözcük miktarı elbette önemlidir ama yalnızca ebeveyn tarafından sağlanan sevgi dolu ve geliştiren bir ilişkinin parçası olarak önemlidir. Birçok kelime söylenebilir fakat bu kelimelerin beyindeki olumlu etkileri, çocuğun ihtiyacına ne derece yanıt verdiklerine ve ne kadar içtenlikle söylendiklerine bağlıdır.'' (sf: 67)


''Her birimiz potansiyel olarak yüz milyar nöron ile doğarız. Bu, ciddi bir potansiyeldir. Fakat ne yazık ki kritik sinirsel bağlantılar olmadan bu yüz milyar sinir bir anlam ifade etmez ve bağlantı telleri olmayan bağımsız telefon direklerine benzerler. Öte yandan bu nöronlar birbirine uygun bir şekilde bağlanırsa beynin sihrini yerine getirmesine izin veren sinyalleri birbirleriyle hızlı bir alışveriş içine girer.'' (sf: 69)


''...anahtarı kapıyı açmak için kullanmadıkça anahtarın bir anlamı yoktur.'' (sf: 76)


''Aslında yeni bir dil öğrenen yetişkinler bebeklerle yarışamazlar bile. İlk kelimesini bile söylememiş bebeklerin beyin görüntüleri, kullandıkları dilin kelimelerini ifade etmek için gerekli hareketleri zihinsel olarak kafalarında prova ettiklerini ortaya koyuyor.'' (sf: 81)


''...beynin bizi nasıl olduğumuz kişilere dönüştürdüğünü keşfettiklerinde, onun bizi olmayı istediğimiz kişilere dönüştürmesini sağlayabiliriz.'' (sf: 90)


''Profesör Dweck'e göre ebeveynler ve eğitimciler olarak yapmamız gereken, yetenekler hususunda mutlak değişmez bir bakış açısı aşılamak yerine, çabanın başarıda en önemli unsur olduğunu ve başarısızlığın en önemli sebebinin yetenek eksikliği değil de vazgeçme olduğunu düşünmektir.'' (sf: 111)


''Kararlılık yani dayanıklılık unsuru olmazsa ne kadar akıllı ve yetenekli olursanız olun işe yaramayacaktır.'' (sf: 116)


''Gelişim zihniyetine sahip çocuklar, başarısızlık karşısında daha dirençli olabilirler çünkü başarısızlığın kalıcı bir durum olmadığına inanırlar.'' (sf: 117)


"Çocuklarının yüksekten korkmamasını istiyorsan, başarısız olsalar bile düştükleri zaman birilerinin onları yakalayacağını bildiklerinden emin olunuz. Bu şekilde deneyecekler, tekrar deneyecekler ve sonunda işe yarayacak." (sf: 219)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Popüler Yayınlar