2023'ün Ardından.


Mutlu yıllaaarr sevgili okurlarım! Bir yılın daha sonuna geldik. Geçirdiğimiz bu yıla elveda, yeni yıla merhaba diyeceğiz. İşte bu yazı da 2023 yılına bir veda partisidir! Her neyse. :) Yılın dökümünü çıkarmak adettendir. Bu yazımda 2023 yılında okuduklarıma, izlediklerime, düşündüklerime ve hissettiklerime yer verecek; belki ucundan kıyısından hedeflerimi çıtlatacağım.


OKUDUKLARIM

Bu yıl 43 kitap okudum. Son yıllarda genelde 40 civarında okuyorum. Eski İlkay'ı düşündüğümde kötü ama kendi içinde bakarsak güzel bir sonuç bence. Zaten sayı da önemli değil benim için. Bu yıl güzel yazarlar ve kitaplar keşfettim.

Aşağıda herhangi bir sıralama yapmaksızın 2023 yılında beynime ve kalbime güneşin sıcaklığını ve ışığını veren kitapları seninle paylaşıyorum. Mor renkli yazılanların yorumu bu blogda bulunuyor. Diğerleri Titanik gibi batan bloğumun enkazında kaldılar. Zaten bol keseden puanlama yaptım ve beğendiğim tüm kitapları seninle paylaşıyorum. Önerime uyup okursan, sonra ziyaretime gel de kitap hakkında konuşalım olur mu cancağızım.

Bu yılın okuma anlamında beni en çok tatmin eden yönü bazı yazarlarla tanışmam oldu. Öhöm, aman kitaplarıyla işte canıımm. Örneğin; Anton Çehov, Sylvia Plath, Matt Haig, Francess Hodgson Burnett, Claire Keegan (üzgünüm Sevgili Bayan Keegan listede yoksunuz ama sizin kelimelerinizi tanıdığıma sevindim; sizi de inşallah 2024 partisine buyur ederiz...)

Aynı şekilde bazı karakterlerle tanışmak da beni aşırı mutlu etti. Örneğin; Bayan Mary Pek Aksi (ama pek de tatlı <3), aynı şekilde Mary'nin ekürileri Colin ve Dikon, Peteeerr (Pan olan; resmi olarak ilk kez bir araya geldik, geç olsun güç olmasın...), Sevgili Esther (seni anlamayı istemezdim Esther ama malesef anlıyorum.), hiperaktif Kalp ve mantıklı Beyin <33, Midori (İmkansızın Şarkısı listeye giremese de Midori girmeli, kendisine günlük atfedecek kadar onu sevdim ^-^), evet bu kadarmış galiba.

Her neyse, başlayalımmm.


En bi' çok favorilerim:

Peter Pan - James Matthew Barrie, Bilgi Yayınevi.

Uygarlığın Ayak İzleri - Celil Sadık, Epsilon Yayınevi.

Bu Beden Benim Evim - Rupi Kaur, Pegasus Yayınları.

Mülksüzler - Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları.

Sırça Fanus - Sylvia Plath, Kırmızı Kedi Yayınevi.

Gizli Bahçe - Frances Hodgson Burnett, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Beyin: Senin Hikayen - David Eagleman, Domingo Yayınevi.


İZLEDİKLERİM

Bu yıl çok bi' şey izlemedim zaten. Ama izleyin bence dediklerimi sıralama olmaksızın dümdüz paylaşıyorum. Yine mor renkli yazılanların üstüne tıklayarak yorum yazılarıma ışınlanabilirsiniz. Ve işte:


Everything Everywhere All at Once (Daniel Kwan, 2022)

Im Juli (Fatih Akın, 2000)

The Secret of Moonacre (Gábor Csupó, 2008)

Alice in the Cities (Wim Wenders, 1974)

Better Days (Kwok Cheung Tsang, 2019)

The Adventures of Sharkboy and Lavagirl (Robert Rodriguez, 2005)

Dancer in the Dark (Lars von Trier, 2000)

Melancholia (Lars von Trier, 2011)

La fille sur le pont (Patrice Leconte, 1999)

Past Lives (Celine Song, 2023)

Roman Holiday (William Wyler, 1953)


HİSSETTİKLERİM, DÜŞÜNDÜKLERİM VE ÖĞRENDİKLERİM

Özellikle de yılın en çok sevdiğim zamanı olan ilkbahar döneminde bu yıl çok üzgündüm. Her gün ağladığım bir dönem vardı. Bazen kendimi bir matruşka bebeğine benzetiyorum. Kendimi ne kadar açarsam açayım hep yeni bir bebekle karşılaşıyorum. İşte, bu yıl bir bebekle daha karşılaştım. O bebeğin doğması gerekti sanırım. O yüzden ruhsal sancı çektiğim bir dönem yaşadım. Daha evvel hiç böylesini görmemiştim. Bana pek çok şey keşfettirdi ama kendimi boğuluyormuş gibi de hissettim. O dönemde en çok istediğim şey birine sarılabilmekti. Sanırım en çok da bunun için ağladım. Hatta sanırım sadece bunun için ağladım. Sonra bir şeyler değişti. Sanırım matruşka olayının eğlenceli bir yanı olabileceğini keşfettim. Zaten kendimi bir kaşif olarak değerlendiriyorum ben. Bu yüzden bazen bir şeyleri çok derinden hissetmem için kendime özellikle izin veriyorum.

İlkbaharın öncesinde, yani kışın, babaannem vefat etti. Bu da beni çok üzmüştü. Çok yaşlıydı ve sanırım acı çekiyordu. Bunu yazmak bile bana haksızlık gibi geliyor. Çünkü bir insan kaç yaşında olursa olsun, güzel bir gökyüzünü bir sabah daha izlemek ister. Bu yüzden çok ağlamıştım. Ne kadar ağlarsam ağlayayım üzüntüm geçmiyordu. Aklıma hep ''benim muallimim gelmiş'' deyişi geliyordu. İlk maaşımla ona bir şeyler alamadığım için de üzülmüştüm. Beni muallim olarak göremediği için. Onun cenazesi kalkarken kış günü olmasına rağmen hava o kadar güzeldi ki bir anda ağlamaya başladım ve sonra hiç duramadım. Şimdi bile bu durum kalbimi kırıyor. O gün başka cenazeler de hemen yanı başımızda kalkıyordu. Öyle masmavi bir gökyüzünün altında cenazeler defnediliyordu.

Bu olaya niye değindim bilmiyorum. Seninle pek çok şey paylaşsam da somut olaylar paylaşmıyorum. Belki de arada sırada paylaşmalıyım, bilmiyorum. İnsanlarla bir şeyler paylaşmaya ihtiyaç duymamayı öğrenmek bile çok zor olmuştu. Daha ziyade güzel şeyleri paylaşmayı seviyorum. Veya benimle ilgili değil, dünyanın kendisiyle ilgili olan şeyleri. Sanırım kendimden bir şeyleri paylaşmak, çıkardığım matruşkalarımı göstermek demek gibi bir şey benim için. Bundan çekindiğim falan da yok. Sadece, bu kadar emek vererek birbirinden ayırdığım ve varlığını fark ettiğim matruşkalarımı birine göstermek benim için değerli bir şey ve bu değeri kim hak ediyor seçebilmek de zor. Yine de, beni anladın mı şimdi? Bu yüzden sarılmak istediğim çok az kişi var diye düşünüyordum işte.

Tamam tamam bu sisli hava dağılsın. Üzülelim diye yazmadım. Ama madem bir kere üzüldük, biraz daha üzülelim. İlkbahara geri dönelim. İlkbahar başında bookstagram hesabım çalınmıştı. Sonra geri aldım ve o hesabı kapattım. Çünkü hem tanıdığım herkes hesabı şikayet etmişti, hem de hevesim kaçmıştı. Zaten çok etkileşim de almıyordu. Baştan başlarım diye düşünmüştüm. Ama sonra bir çocuğu büyütmek gibi emekle büyüttüğüm, benimle birlikte büyüyen ve her anıma şahit olan, çok sevdiğim bloğuma dair de çalınma girişimi oldu. Bir olaylar döndü, kesin döndü ama ne oldu onu da tam anlamadım. Evimin içinde hırsız var gibi hissettiğim için yazı yazmak içimden gelmiyordu ve sonunda bloğumu kapattım. Bu da beni boşluğa düşürdü. Çünkü zaten mutlu değildim. Biraz bile mutlu değildim. Mutluluk Yazıları yazmakla insan mutlu olmaz. Yine de çabalıyordum. Sonra sarılmak isteyeceğim, sarıldığım bir şeyi, kim olduğunu bile bilmediğim biri elimden almaya çalıştı. O yüzden başlarım böyle işe deyip bloğumu sildim.

Yazın buraya başka bir isimle geri döndüm biliyorsun. Bu benim için bir çeşit reenkarnasyon gibiydi. :) Yazı bu yüzden çok sevdim. Tüm dayanılmaz sıcaklarına rağmen çok ama çok sevdim. Çünkü yazmak, ah yazmak, benim hayattaki eeeeennnnn büyük tutkum. Yazarken nefes aldığımı hissediyorum. Yazarken uçuyorum, koşuyorum, yüzüyorum ve ışık gibi, rüzgar gibi hafifim ve özgürüm. Kimse beni tutamaz, hiçbir şey bu hisle kıyaslanamaz benim için. Sonra yine yazın, çok sevdiğim birisiyle aram düzeldi. Yeniden güçlendim. 

Sonbaharda yüksek lisans yaptığımı fark ettim. Daha önceki dönemde online bir şekilde ders almıştım. Bir de ben ara dönemde yüksek lisansa başladığımdan başladığım dönemin derslerini almıştım daha evvel. Yani her şey benim için tepetaklaktı. Sonbaharda bu tepetaklaklığı çok net fark ettim. Sadece benim değil, benimle aynı durumda olan yarı dönemde başlayan diğer tanıdıklarım da aynı şekildelerdi. Çünkü bizim sürecimiz daha farklı işliyordu. Adapte olmak da cabası. Çünkü ilk dönemin dersleri araştırma teknikleriyle ilgili, daha giriş daha bak yüksek lisans yapacaksın, tez yazacaksın gibi gibi tadında derslerken; ikinci dönemin yani benim geçtiğimiz dönem aldığım dersler daha alana dönük derslerdi. Hal böyle olunca ben bocaladım. Tez konusu seçimim de biraz tuhaf bir süreçti. Bundan sonraki dönemde yani 2024 boyunca inşallah tez yazacağım. Korkuyorum. Yine de kendime güveniyorum. Hem, en iyi tez bitmiş tezdir diyorlar. Başarılı olmak için çabalamak dışında bir hedefim ve düşüncem yok bu konuda.

Peki şimdi, şimdi mi nasıl hissediyorum?..

2020 yılına gireceğimiz zaman içimde belki küçük ama güçlü bir umut filizi vardı. Kendim için kararlar almıştım. O yıldan beklentim vardı. İlk kez umut etmeye cesaretim vardı. Ama bu umut, bu güzellikler, dışarıdan gelecekti bana. Böyle düşünüyordum. Bir şey bana gelecekti ve ben kendimi iyi hissedecektim. Fırsatlar, başarı, güzel zamanlar, belki aşk? Olmadı. Hiçbiri olmadı. Sonra da umut etmedim.

Şimdi, 2024 yılına girerken, vay be dört yıl geçmiş şaka da maka derken, bu sefer beklemiyorum. Çünkü biliyorum. Dışarıda ne olursa olsun, bazı şeyler içeriden dışarıya akar. Umut dışarıda değil. Mutluluk dışarıda değil. Hepsi içeriden dışarıya ve işte ancak öyle yeniden içeriye akıyor. İzin vermeyi öğrenmeye başladım. Sevmeye izin vermeye, umut etmeye izin vermeye, mutluluğa izin vermeye, almaya izin vermeye... Bu benim için çok zordu biliyor musun? Gerçekten çok zordu. Bazı insanlar için tüm bunlar ne kadar doğal diye düşünürdüm. Ben neden öğrenmek zorundayım? Bu haksızlık! Hadi sırtımı sıvazlaya(y)ım. Bu kafadan çıkmayı öğrendim, sevgili okur. 

Öğrendiğim en net şey ise, ben bir şeyler üretmeliyim. Yeterince tanıdım kendimi, yeterince şey keşfettim dışarıdan oradan buradan. Benim sevdiğim şeylerden bir şeyler üretmeye ihtiyacım var. Neye ihtiyaç duyduğumu artık biliyorum. Aradığım o şeyi, galiba buldum. Kendimi Harry'nin altın Snitch'i yakaladığı andaki şaşkınlığını ve oh be'sini yaşıyor gibi hissediyorum.


HEDEFLERİM

Bu kısım beni utandırdığı için 2024'ün sonuna geldiğimiz bugünlerimde bu kısmı sildim. Evet, mızıkçıyım, evet evet ondanım... 2025'te ve sonrasında hedeflerimi ulu orta yazmayacağım. Öyle olunca cılız hevesim de sönüyor onu anladım.


Şu sözü kulağıma küpe etmek: ''Yaşlandıkça, iki elinizin olduğunu, birinin kendinize, diğerinin başkalarına yardım etmek üzere hazır beklediğini fark edeceksiniz.'' - Audrey Hepburn.

Şu alıntıyı bileklik veya halhal yapmak: Pek kolay görünüyordu; çocuklar önce yerden zıplayarak, sonra da yataklarının üstünden atlayarak uçmayı denediler ama her seferinde yukarı gideceklerine aşağı düştüler. John dizini ovuşturarak, "Pekâlâ Peter, nasıl yapıyorsun bunu?" diye sordu. Peter, "Yalnızca güzel, muhteşem şeyler düşünmelisiniz," diye açıkladı, "böylece düşünceleriniz sizi havaya kaldırır." (Peter Pan, J. M. Barrie)


Peki senin, senin, yeni yıldan istediğin şey nedir? Noel Baba gerçekten bir hediye paketini sana uzatsa (bu, kocamaaannnn bir paket de olabilir, küçük de, rengarenk de, şeffaf da ^-^), içinden ne çıksın isterdin?


MUTLU YILLAR! <33


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




Zamanı Durdurmanın Yolları (Matt Haig) | Kitap Yorumu

Yazar: Matt Haig, Çevirmen: Kıvanç Güney,
Yayınevi: Domingo Yayınevi.

Bazen kendimizi bir anımızın içinde buluruz. Bir anda gerçekleşen zamanda bir yolculuktur bu. O anı, yaşarken çok önemsiz gelen bir ana ait olabilir. Muhtemeldir ki, öyledir. O ana ait izler birer fotoğraf karesi gibi art arda zihnimizde birbiri ardına sıralanır ve biz bu karelerin sıraya girip etrafımızda dönmesini izleriz. O anı tekrar yaşayamasak da, o anın içinde olma hissini tekrar hissedebiliriz. Peki en fazla ne kadar geriye gidebiliriz? Belleğimiz ne kadar geriye gidebilecek kapasiteye sahiptir? Peki ya yolun sonu, şimdimize kadar yaşadığımız yıllar, düşününce aslında ne kadar da kısadır değil mi? 

Tom Hazard için durum farklı. Kendisi 40'lı yaşlarının başlarında görünen, olabildiğince sıradan bir tarih öğretmeni. Yaşlı köpeği Abraham dışında hayatında kimse yok. Yeni taşındığı Londra'da tanıdığı kimse yok. En azından içinde bulunduğu yüzyılda tanıdığı. Tom aslında 439 yaşında bir Alba. Albalar isimlerini albatros isimli bir kuş cinsinden alıyorlar. Çok eskiden albatrosların çok uzun yaşayan yaratıklar olduğu zannedilirmiş. Kendilerine Alba ismini veren bu insan topluluğu ise yaşlanmama hastalığına sahipler. Evet evet yaşlanmama, hastalığı? Ergenlikte belirtilerini göstermeye başlayan bu kurgusal hastalık, bir ömür boyu sürüyor ve kişinin çok yavaş yaşlanma belirtisi göstermesine neden oluyor. Yavaş derken kelimenin tam anlamıyla ''yavaş'' olmayı kastediyorum. 70'li yaşlarında gösteren bir Alba'nın aslında 900 yaşında çıkması bizi bu bakımdan şaşırtmamalı.


Bu insanlar çok yavaş yaşlansalar da ölümsüz değiller. Tarih boyunca pek çok ölüme sebep olmuş veba, kolera, çiçek vb. gibi hastalıklara bağışıklıkları bulunuyor; ancak bu insanlar da vurulma, düşme, darbe alma, hatta yaklaşık 1000'li yaşlarında yaşlılıktan ölme gibi sebeplerle ölebilirler. Bu insanların sayısı genele göre az olmakla birlikte, azımsanmayacak sayıda denilebilir. Batıl inançlar ve cadı avlarının bir hayli yaygın olduğu devirlerde yaşamış pek çok Alba bulunuyor. Bu batıl inançlar nedeniyle diğer insanlar tarafından cadı, büyücü, iblis, lanetli olarak görülen bu insanlar, yüzyıllar boyunca bir hayli tehlikede yaşıyorlar. Modern çağın gelmesi ise cadı avını bitirmiyor. Çeşitli deneyler, tımarhaneye kapatılma vb. gibi durumlar, modern çağın tehlikeleri. Bu nedenle de Albaları toplayıp bir çatı altında birleştiren bir kuruluş var. Bu kuruluşa girmek var, çıkmak yok. Her sekiz yılda bir Albalara bir hayat hediye eden bu kuruluş, ödeme olarak Albalardan bazı görevleri yerine getirmeleri istiyor.

Kitap boyunca Tom'un hayatının dönüm noktalarını yaşadığı Londra'ya yıllar sonra geri dönüşünü ve sıradan bir hayat kurmak isterken, kendini nasıl yeniden yaşamı hissetmeye başlarken bulduğunu okuyoruz. Yaşam, seçimleri de beraberinde getiriyor. Kendisi gibi bir Alba olan kızını yüzyıllardır arayan Tom, yıllar boyunca hizmet ettiği ve ona umut veren tek şey olan Alba topluluğu hakkında ilginç bilgiler öğreniyor. Bağ kuruyor, dürüst oluyor ve geçmişle şu anını bir araya getiriyor. Kitapta her bölümde zaman sıçramaları oluyor. Okurlar olarak Tom'un şimdisi ile yüzyıllar boyunca yaşadıklarını bir arada okuyoruz.

Bu yazarın kitaplarında kesinlikle büyülü bir şeyler var. Aslında en bilindik konuları, en sıradışı şekilde anlatıyor. Matt Haig'den okumayı en çok istediğim kitap Gece Yarısı Kütüphanesi'ydi. Ancak ilginçtir ki, bu kitap dışında iki kitabını okudum. Gece Yarısı Kütüphanesi'yle 2024'te buluşmayı umuyorum. Zamanı Durdurmanın Yolları yazardan okuduğum ikinci kitap oldu. Daha evvel yazarın İnsanlar isimli kitabını okumuş ve şurada da (tıklayabilirsin) yorumlamıştım. Yazarın kitabın Teşekkür başlıklı kısmında belirttiği gibi; İnsanlar, kısa insan yaşamlarımızı mekansal açıdan konumlandırmak ile ilgiliyken, Zamanı Durdurmanın Yolları zamanı merkeze alarak yaşamın doğasını inceliyor.

Aslına bakılırsa en azından kitabın başında, her iki kitabın ana karakteri için de sanki aynı kişilermiş gibi hissettim. Her iki karakter de topluluktan farklıydı, bir çeşit özel güçleri vardı, ikisinin de onlara arkadaşlık eden bir köpeği vardı ve en önemlisi her ikisi de hayatı keşfediyordu. Ancak tüm bu nedenler bir yana, benim bu şekilde hissetmemin asıl sebebinin, yazarın ana karakter olarak kendini konumlandırarak hikayesini yazmaya başlaması olduğunu düşünüyorum. Yazarın karakterlerini oluşturma ve hikayesini anlatma tekniği bu mudur tabi bilmiyorum ama benim bir okur olarak hissettiğim bu. 

Bir yerden sonra olaylar ilerledikçe ve biz okurlar da kitabın içine iyiden iyiye girdikçe o etki dağılıyor ancak temelde en azından okuduğum iki kitap için ortak bir yorum getirirsem, iki kitabın ana karakteri de bana aynı kişilermiş gibi hissettirecek kadar birbirlerine benziyorlardı. Aslında bu normalde sorun teşkil edebilecek ve en azından eleştiri alabilecek bir nokta. Ancak aynı zamanda kitabın anlatımı ve verdiği his için de olumlu bir durum oluşturuyor. O olumlu durum da: Samimiyet. Yazarın karakterinin ağzından hayata dair çıkarımlarını anlatmasını okumayı seviyorum. Aslında her insanın bildiği ama çoğunluğun hayatın akışında üzerinde durmadığı durumları bilimkurgu ve fantastik ögelerle harmanlayarak, tabii araya biraz felsefik bakış açısı da katarak, okuyucusuna çok net ve eğlenceli bir biçimde aktarabiliyor diye düşünüyorum.

Dili akıcı, olayların işleyişi sürükleyici olan bir kitaptı. Kitapta çok fazla zaman atlaması olması da aslında riskli bir durum. Bu tip zaman atlamalarında olaylar arasında bağlantıyı kurmak çok önemli. Yazar bunu kafaları karıştırmayacak ölçüde başarmış görünüyor. Öte yandan, Tom'un şimdisini yaşarken bir anda geçmişi anımsaması hali o kadar sık oluyordu ki, bu durum anlam bakımından kopma yaşatmasa da bence geçmiş-şimdi bütünlüğünü bozan bir durumdu. Elbette yazarın karakterin geçmişini, his ve düşüncelerini bir şekilde okuyucuna aktarması gerekli; ancak bu atlamalar bu kadar keskin geçişlerle değil de, daha iç içe geçmiş bir şekilde veya bir olayın tetiklemesi gibi nedenler gösterilerek gerçekleşse, bahsettiğim dağılma hissi olmayabilirdi diye düşünüyorum. Tom'un geçmişini okurken tarihte yer etmiş kişilerle geçirdiği zamanı, tüm o yıllar boyunca kazandığı becerileri (yaklaşık 30 farklı müzik aleti çalmak buna dahil...) kıskandım; evet kıskandım, itiraf ediyorum. 

Matt Haig, hayata bakış açısını sevdiğim bir yazar. Hatta kendisiyle tanışmayı ve sohbet etmeyi çok isterdim. Eh, bunu artık bir şekilde kitaplarını okuyarak yapıyorum. Edebiyatın büyülü gücü! Sana bir sürü karakter ve yazarla dolaylı yoldan da olsa sohbet etme imkanı tanıyor. Tabii gerçekten sohbet etmek de güzel olurdu... Her neyse. :) Bu kitabı genel olarak beğendim. Ancak ilk yarısında ortalama bulduğum, ikinci yarısı ve özellikle de son kısımlarında Tom karakterinin de 400 küsur yıllık hayatında nihayet psikolojik açıdan yetişkinlik çağına girebildiği yerlerde bir hayli duygulandım (ki burada karakteri taşlamıyorum, gerçekten de duygusal olaylar yaşandı ve empati hissim kabardı). Yazarın yazdıklarında büyülü bir hava var dememin sebebi de bu aslında. Bir kitabın teknik yönü iyidir kötüdür, tartışılır. Ama bir kitabın okuyucusuna verdiği his daha farklı bir durumdur. Yazarın en çok da bu ikinci durumda başarılı olduğunu düşünüyorum. En azından yazdıklarıyla beni yakalamayı başaran bir yazar diyebilirim.

Son dakika golüyle yılın favorilerini zorlayabilir, bilemedim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

"Kalbim çok üzgün." (Sayfa 27)


''Çapa görevi üstlenecek bir sevgi olmayınca, oradan oraya sürüklenir olmuştum.'' (Sayfa 33)


''Ama son zamanlarda, şimdi, duygularda hesapçılık yapılamayacağını hissetmeye başladım. Kendimizi acıdan korurken yepyeni, daha sinsi bir acı yaratabileceğimizi.'' (Sayfa 129)


''Onunla birlikteyken başka hiçbir şeyin önemi kalmıyordu ve sakinleşiyordum. Beni dengeliyordu. Bir tek ona bakmak bile bana huzur veriyordu ve herhalde bu yüzden uzun uzun, gözlerimde aşırı bir yoğunlukla onu izliyordum. Artık kimse kimseye öyle bakmıyor.'' (Sayfa 135)


''Şu anda yaptığın hiçbir şey buhar olup uçmaz. Gelip seni bulur.'' (Sayfa 149)


''Hem sahnede hem de sahne dışında, dünyayı yansıtmaktan çok, içine çekermiş gibi bir dinginlik.'' (Sayfa 156)


''Kendimi yalnız hissediyordum. İçimdeki yalnızlığı maskelemek için insan içinde olmaya ihtiyacım vardı.'' (Sayfa 173)


"Scotty ve ben yaşlanmayı düşünmüyoruz, değil mi?" 

"Yapmayı düşündüğümüz şey," diye ekledi Scott abartılı bir ciddiyetle, "bir çocukluktan diğerine atlamak." (Sayfa 175)


''Tarihin bize verdiği ders, cehaletin ve boş inançların hemen herkeste her an ortaya çıkabileceğidir. Düşüncelerde bir şüphe olarak ortaya çıkan, çabucak eyleme dönüşebilir.'' (Sayfa 213)


''Bir canavar mucize de görse canavar gördüğünü sanır.'' (Sayfa 220)


''Koltuklarımın kabardığını hissediyorum. İşte bu. Öğretmen olmayı istememin nedeni tam da buydu. Ne kadar küçük olursa olsun dünyada iyiye doğru bir değişim yaratabileceğimi bilmek.'' (Sayfa 225)


''Boşluğun avantajları da vardır. Boşlukların içinde hareket edebilirsiniz.'' (Sayfa 231)


''İlk görüşte aşk diye bir şey var mıdır, yok mudur, bilmem ama bir anda aşk diye bir şey mümkün.'' (Sayfa 237)


''Gülüyor. Sevdiğiniz birini güldürmenin dünyadaki en basit, en saf hazlardan biri olduğunu fark ediyorum.'' (Sayfa 242)


''Istırap çekmekten korkan kişi zaten korktuğu şeyden muzdariptir.'' (Sayfa 302 - Montaigne)


''Birini, özellikle de hiç ummadığım birini ne zaman kitap okurken görsem uygarlığın biraz daha güvende olduğunu hissederim.'' (Sayfa 213)


''Montaigne hayatın amacının insanın kendini kendine adaması olduğunu söylemiş. Ben de öyle yapmaya çalışıyorum. Okuyorum, resim yapıyorum, piyano çalıyorum. Dokuz yüz yaşındaki adamları vuruyorum.'' (Sayfa 312)


''Kendimi bir şeye başlar gibi hissediyorum. Sevmeye, incinmeye, risk alıp yaşamaya hazır hissediyorum.'' (Sayfa 315)


"Artık yalıtılmış değilsin; ama kaynak olup akabilmek için önce hayata dokunman gerekir bence." (Sayfa 317 - Fitzgerald)


''Her şey güzel olacak. Olmasa da bir şeyler olacak işte. Korkacak bir şey yok.'' (Sayfa 318)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Mavi Tarlalardan Yürü (Claire Keegan) | Kitap Yorumu

Yazar: Claire Keegan, Çevirmen: Duygu Şahin,
Yayınevi: Yüz Kitap

Mavi Tarlalardan Yürü sekiz öyküden oluşan bir öykü kitabı. Bu öyküler kaynağını İrlanda halk kültüründen alıyor. Karakterler yerel halktan oluşuyor ve öykülerde bu karakterlerin şu anlarına şekil veren geçmişleri ile ruh hallerini okuyoruz. Öykülerden en çok dört öyküyü sevdim. Bunlar; Uzun ve Istıraplı Ölüm, Mavi Tarlalardan Yürü, Korucunun Kızı ve Üvez Ağaçlarının Gecesi isimli öykülerdi.

Yazarın ilk kez bir kitabını okuduğum gibi, İrlanda Edebiyatı'ndan da ilk kez bir eser okudum. Aslında beni en çok heyecanlandıran da buydu. İrlanda'yı yansıtan, o ülkeden çıkmış kelimeler ve karakterlerle bir araya gelecek olmak beni heveslendirmişti. Tabi ki bir kitabın çevirisini okumak ile yazıldığı esas dilden okumak arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak iyi bir çeviri söz konusu olduğunda dilin yapısı bozulmadan da dilden dile sağlıklı bir aktarım yapılabilir diye düşünüyorum. 

Bu kitabın çevirisi nasıldı bunun hakkında net bir yorum yapabilmem için kitabı orijinal dilinde okuyup karşılaştırma yapmam gerekir. Ancak kitabın çevirisi bir yana, Türkçe olarak cümle kurulumunda sıkıntılar vardı yorumunu yapabilirim. Kitapta çok fazla anlatım bozukluğu mevcuttu. Hayır, bunlara çok da dikkat etmeyim desem bile yeri geliyor öykünün anlatıcısı bir anda değişiyordu ve olaylar arasında kopukluk yaşanıyordu. Yazar öyküsünü böyle farklı bir tarzda yazmış da olabilir ama öyle bile olsa çeviri sürecinde Türkçeye uygun bir şekilde cümle kurulması gerekir ki cümle anlam bakımından düşük olmasın. Doğru çeviri olayını bile sorgulamıyorum ama kitabın daha Türkçe anlatımında sıkıntılar olması, kitaptan aldığım keyfi azalttı açıkçası. Öte yandan çeviriden kaynaklı gerçekleşen bu olumsuz duruma karşın, yazarın kendine has bir üslubu olduğunu düşünüyorum.

Bir kitaba başlamadan evvel o kitabı evirip çevirir, incelerim. Her ne kadar bazen spoiler yemek durumunda kalsam da arka kapağını okur, sonra ön kapağını inceler ve nihayet kapağı aralayıp yazarın ve çevirmenin biyografisini okurum. Bu biyografiler çok genel ve kısadır orası ayrı ama bana yazar hakkında fikir vermeye ilk etapta yeter. Hele ki bu yazarla ilk kez karşılaşıyorsam, bu genel anlatım benim için hoş bir başlangıç olur. 

Kitabın yazarı olan Claire Keegan ise daha bu kısa biyografisiyle bana ilham veren bir yazar oldu. Aslında çok farklı bir öz geçmişi var diyemeyiz; ancak bu öz geçmişi okumak beni kendi hayallerimle paralellik taşıması açısından heyecanlandırdı. Anladığım kadarıyla kendisi, kendisini geliştiren ve yazmaya tutkulu bir yazarmış ve ben en çok da yazmaya karşı tutku duyan yazarları seviyorum. Çünkü en çok da, onlardan ilham buluyorum. Bence bir yazarın rüştünü ispatlamış bir yazar olması bir yana, en önemli şeylerden birisi de, o yazarın yazmaya devam etmesi ve bunun için hep üretmesi, üretmesi ve üretmesidir. Bu nedenle daha ilk etapta yazara ve dolayısıyla kitabına ısındığımı hissettim. 

Kitabı okumadan evvel kitabı sevdim bile diyebilirim hatta. Ayrıca yazarın anlatımındaki havayı çok sevdiğim yerli öykücülerimizden olan Melisa Kesmez'in anlatımına benzettim. Bu da kitabı sevmemde etkili olan bir diğer durumdu.


Kitaptaki öyküler çok sade ama insandan. Ne demek ''insandan'', değil mi? Her insanın hissedebileceği hisler aralara incecik yerleştirilmiş, kastettiğim bu. Uzun ve Istıraplı Ölüm isimli ilk öyküde bizi, ölmüş ünlü bir yazarın konutunu kendi yazılarını yazmak için kiralayarak inzivaya çekilen bir yazar karşılıyor. Bu yazarın yazması için yaşaması gerekiyor. Bu yazarın içinden yükselen kelimeleri öykü boyunca ben de hissettim ve öykünün ismine tezat olacak bir rahatlama hissiyle öyküye veda ettim. 

Kitaba da ismini veren Mavi Tarlalardan Yürü isimli öyküde ise, seçimlerin başka seçimleri nasıl ortadan kaldırdığı ve bazı kararların kalbimizde derinlere inen kalıcı bir sızının izini nasıl bıraktığı anlatılıyor.

Korucunun Kızı isimli öyküde de aynı şekilde seçimlerin insan hayatını nasıl etkilediği ve bu etkinin sadece kişinin kendisini değil, başta yakın çevresi olmak üzere diğer insanları da etkilediği bir aile dramı üzerinden anlatılıyor. Bu ailede mutsuz bir anne, hayatını geleceğe erteleyen bir baba ve bu anne babanın arasındaki kopuklukta savrulmuş üç çocuk yer alıyor. Kadın karakterin hissettiği o buruk his, çok sade ama belki de bu nedenle etkili bir şekilde anlatılmış. 

Üvez Ağaçlarının Gecesi ise kitaba ismini verebilecek denli kitaba damga vurmuş bir öyküydü diyebilirim. Bu öykümüzde de geçmişin burukluğunu ve kaybettiklerinin solgun gölgesini yüreğinde taşıyan bir kadın karakter karşılıyor bizi. Onun hikayesi de seçimlerle örülü ama diğerlerinin aksine daha ferah bir etki bıraktı bende. Çünkü umut vardı; çünkü karakterin ileriye bakacak cesareti hala vardı.

Diğer öykülerde de aynı şekilde ardında umutlarını bırakmış karakterlerin yaşamlarında yeni umutlar arama sürecini okuyorduk. Özellikle de kitabın ikinci öyküsü olan Ayrılık Hediyesi isimli öykü çok ağır bir konuya sahip. Hatta bu öyküyü okuduktan sonra kitabı bırakmayı düşünmüştüm. Bir kız çocuğunun aile içinde yaşadığı istismarı konu ediniyordu. Bu tip konuları okumak, görmek, duymak bile beni fazla etkiliyor.

Velhasıl kelam, benim genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Favorilerim arasına girdi veya bayılarak okudum diyemesem de, en başta yazarın kelimeleriyle tanıştığım için memnun oldum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Bu adam çoğu zaman hissettiği şeyin tam tersini söylerdi, sanki bir şeyi dillendirmek onu doğru kılabilirmiş ya da doğru olmadığı gerçeğini gizleyebilirmiş gibi. "Seni seviyorum," derdi sık sık. "Senin için yapmayacağım şey yok," da derdi sık sık.'' (Sayfa 17 - Uzun ve Istıraplı Ölüm)


''Bir serçe aniden pencere pervazına çullanıyor ve kendi yansımasını gagalıyor; gagası cama vuruyor. Daha fazla izleyemeyinceye kadar bakıyorsun ona ve uçup gidiyor.'' (Sayfa 28 - Ayrılık Hediyesi)


''Bir zamanlar kızın da istediği buydu, ama iki insan hayatın herhangi bir anında bir şeyi nadiren aynı anda ister.'' (Sayfa 49 - Mavi Tarlalardan Yürü)


''Bahar gelmiş, kuru ve vaat dolu. Akçaağaç çiçek açıyor, solgun dalları pirinç sarısı. Her şey daha keskin görünüyor artık. Çit direklerinin karşısında gece kendini hazırlamış. Tırmık parlıyor, çok sevilmiş ve yıpranmış bir nesne. Tanrı nerede, diye sormuştu ve bu gece Tanrı cevap veriyor. Havada yabani frenküzümü çalılarının keskin kokusu var. Bir kuzu, derin uykusundan sıçrıyor ve mavi tarlanın içinden yürüyüp gidiyor. Başının üstünde yıldızlar yerlerine geçip kurulmuş.'' (Sayfa 56 - Mavi Tarlalardan Yürü)


''Çok uzun zaman bekledi. İçindeki o umudu kesmeyen saçma tarafına başını sallıyor ve bir süre kestane ağacının altına sığınıyor.'' (Sayfa 78 - Korucunun Kızı)


''Başlamadan önce kokuyu almak zorunda, her öykünün kendine has, belli bir kokusu vardır.'' (Sayfa 92 - Korucunun Kızı)


''Stack, hiç kadın tanımamış her erkek gibi, kadınlar hakkında çok şey bildiğine inanıyordu.'' (Sayfa 132 - Üvez Ağaçlarının Gecesi)


''Her insan bir şeylerden emin olmaya ihtiyaç duyardı. Hayata anlam katmaya yardımcı oluyordu bu.'' (Sayfa 137 - Üvez Ağaçlarının Gecesi)


''İnanmadığı hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceğine inanmaya başladı.'' (Sayfa 157 - Üvez Ağaçlarının Gecesi)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Beyin - Senin Hikâyen (David Eagleman) | Kitap Yorumu

Yazar: David Eagleman, Çevirmen: Zeynep Arık Tozar,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Kitap; Ben Kimim?, Gerçeklik Nedir?, Kontrol Kimde?, Nasıl Karar Veririm?, Size İhtiyacım Var Mı? ve Kime Dönüşeceğiz? şeklindeki altı başlıktan oluşuyor. Kitapta genel olarak beynin yapısı ve işleyişi herkesin anlayabileceği bir dil, yapılan araştırmalar ve ilginç bilgilerle anlatılmaya çalışılmış. 

Ben kimim sorusunun merkeze alındığı ilk bölümde; bebeklik çağımıza gidiyor, içinde doğup yetiştiğimiz ortamın beynimiz ve dolayısıyla kimliğimiz üzerindeki etkilerini okuyoruz. İnsan beynini diğer canlıların beyninden ayıran temel özelliği nedir? Geçmişi, geleceği ve çevremizi nasıl ve neye göre algılarız? Anılarımıza göz attığımızda ne kadarını gerçekten yaşadığımızdan emin olabiliriz? Bu noktada şüpheli olmakta fayda var gibi gözüküyor. Çünkü beynin gerçekleri işine geldiği şekilde anımsamak gibi bir yeteneği olduğunu keşfediyoruz.

Gerçeklik nedir başlıklı ikinci bölümde, beynin dış dünyayı algılama biçimini okuyoruz. Her insanın gerçeklik deneyimi birbirleriyle birebir aynı mıdır? Değilse, neden değildir? Duyu organlarımız nasıl çalışır? Duyularımız ve beynimiz arasında nasıl bir mekanizma vardır? Zaman nedir? Zamanın göreliliğinin ardındaki sır nedir? Neden bazen zaman akmak bilmezken, bazen onu tutamayız? Zaman, gerçekliği mi oluşturur; gerçeklik, bizi mi oluşturur? Yoksa tam tersi midir? Biz mi hepsini oluştururuz? Peki, gerçeklik dediğimiz şey nedir ve nasıl oluşur?

Kontrol kimde başlıklı üçüncü bölümde, bilinç ve bilinçaltı kavramları üzerinde duruluyor. Bilinçli zihin ile bilinçsiz zihin arasındaki fark nedir, işleyiş nasıldır; bu gibi sorular beyin sinyalleri ve beynin bölümleri üzerinden anlatılıyor. Neden bilinçliyiz? Gerçekten kararlarımızı bilinçli olarak mı alıyoruz, yoksa hayatımız otomatik pilotta mı ilerliyor? Öğrenmelerimiz nasıl gerçekleşiyor? Kontrol bizde mi; değilse, o zaman kontrol kimde?


Nasıl karar veririm başlıklı dördüncü bölümde; zıtlıklar, onları algılama biçimimiz ve bu çekişmenin ortasındaki varlığımızın etkisi üzerinde duruyoruz. Karar alırken neye göre karar alırız? Karar alırken beynin hangi bölümleri işler? Şimdi ve gelecek kavramlarının kararlarımız üzerindeki etkisi nedir? Toplum, kararlarımızı ne ölçüde etkiler? Toplum, beynimizin işleyişini ne ölçüde etkiler? 

Size ihtiyacım var mı başlıklı beşinci bölümde; beynimizin diğer insanlara ihtiyacı var mı, toplumun beynimizin işleyişine etkisi nedir, bazıları neden daha eşittir gibi sorular ile empati, işbirliği, iç gruplar ve dış gruplar, eşitlik gibi kavramlar üzerinde duruyoruz.

Kime dönüşeceğiz başlıklı altıncı ve son bölümde ise; insan beyninin gelecekte neye evrilebileceği üzerinde duruluyor. Yapay zeka biyolojik evrimimize çağ atlatabilir mi, robotlar da insanlar gibi içsel bir deneyimle öğrenmeler gerçekleştirebilir mi, bilincimizi biyolojik olmayan başka aygıtlara aktarabilir miyiz, bilincimiz biz öldükten sonra da başka bir formla yaşamaya devam edebilir mi, kendimizi simüle edebilir miyiz, simülasyon yoluyla farklı gerçekliklerde deneyimler yaşayabilir miyiz veya şu anda zaten halihazırda bile bir simülasyonda yaşıyor olabilir miyiz gibi sorular üzerinde duruluyor.


Beyin ilginç bir organ. Beynin işleyişi hakkında bilgi edinmek de ilgi çekiciydi. Beynin nasıl çalıştığını anlamlandırmak tıp alanındaki gelişmelere ışık tutacağı gibi, bizim kendi gündelik hayatlarımızda da bize yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Aynı zamanda beynin yapısının çözümlenmesi, öğrenmelerimizin nasıl gerçekleştiği hakkında bizlere bilgi veriyor.

Beynimize iyi bakalım, onu iyi besleyelim a okurlar. Çünkü görünen o ki beynimiz neyse, biz de büyük oranda onu deneyimliyoruz.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Kendi gerçekliğimiz içine öylesine hapsolmuş durumdayız ki, tutsaklığımızın farkına varmamız bile son derece güçleşmiş durumda.'' (Sayfa 2)


''Bir beyin devresinde yerini alıp başarı gösteren bir sinaps güçlenirken, yararlı olmayan sinapslar da zayıflayarak sonunda devre dışı bırakılır. Tıpkı bir ormandaki patikalarda olduğu gibi, kullanmadığınız bağlantıları kaybedersiniz. Bu açıdan bakıldığında, kim olduğunuzu belirleyen süreç, önceden var olan olasılıkların tek tek elenmesiyle tanımlanır. Sizi siz yapan, beyninizde gelişen değil, beyninizde yok edilen şeylerdir aslında.'' (Sayfa 11)


''Anıların düşmanı zaman değil, diğer anılardır. Her yeni olay, sınırlı sayıda nöronla yeni ilişkiler kurmak zorundadır. İşin ilginç yanı ise, solmuş bir anının size hiç de solmuş gibi gelmemesidir. Bütün resmin karşınızda capcanlı durduğunu hisseder, en azından varsayarsınız.'' (Sayfa 28)


''...korkutucu olayları ağır çekimde yaşamayız aslında; bu izlenim, anılarımızı yeniden "okuduğumuzda" ortaya çıkar. Kendimize "az önce ne oldu?" diye sorduğumuzda, anılarımızın ayrıntıları bize her şeyin ağır çekimde gerçekleşmiş olması gerektiğini söyler. Zaman algısındaki bozulma, geriye dönük olarak, geçmişe bakıldığında gösterir kendini. Bu, gerçekliğin hikâyesini yazan belleğin bir hilesidir.'' (Sayfa 80)


''Bilinç, beklenmeyen bir şey olduğunda, bir sonraki adımımızı hesaplamaya ihtiyaç duyduğumuzda devreye girer.'' (Sayfa 108)


''...bilinçli zihin, kendisini kontrolü elinde bulundurduğuna ikna etmekte son derece ustalaşmıştır.'' (Sayfa 114)


''Her bir beyin, başka beyinlerden oluşmuş bir dünya içine gömülmüştür.'' (Sayfa 115)


''Hepimizin robotlar gibi davrandığı bir dünya, daha iyi bir dünya değildir.'' (Sayfa 130)


''Eski Yunanlılar, yaşamlarımızı bir at arabası olarak düşünebileceğimizi ileri sürmüşlerdi. Buna göre bizler de, arabayı çeken iki atı -aklı temsil eden beyaz atla tutkuyu temsil eden siyah atı- zapt etmeye çalışan arabacılardık. Her iki at da arabayı birbirine zıt yönlerde çekmeye çalışırken bizim görevimiz ikisini de kontrol altında tutarak yolun ortasından ilerlemekti.'' (Sayfa 130)


''Beynin temel görevi, öngörüde bulunmaktır.'' (Sayfa 139)


''...etkileşimden uzak kalan beyin acı çeker.'' (Sayfa 175)


''Peki ama ya robotlar da insan yavrularının geliştiği gibi gelişebilir ve dünyayla etkileşime girerek, taklit ederek ve örneklerle öğrenerek yol alabilirse?'' (Sayfa 225)


''Güneşin doğuşunu izlerken elimdeki şeftaliden bir ısırık aldığımda, tam olarak nasıl bir iç deneyim yaşadığımı bilemezsiniz; yapabildiğiniz tek şey, kendi deneyimlerinize dayanarak benimki hakkında tahmin yürütmektir. Benim bilinçli deneyimim bana, sizinki size aittir.'' (Sayfa 236)


''Chuang Tzu kimliğimle, kendimi rüyamda bir kelebek olarak mı görmüş olduğumu, yoksa aslında şu anki kelebek kimliğimle kendimi rüyamda Chuang Tzu adlı bir adam olarak mı görmekte olduğumu nasıl ayırt edebilirim?'' (Sayfa 241)


''Kavanoz içinde duran bir beyin olmadığım ne malum?'' (Sayfa 241 - René Descartes)


''Bütün bunları anlamaya çalışan bir ben var merkezde. Kavanozun içindeki bir beyin olsam da olmasam da, bu problem üzerinde fikir yormaktayım. Bunun hakkında düşünüyorum; öyleyse varım.'' (Sayfa 241 - René Descartes)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kör Baykuş (Sâdık Hidâyet) | Kitap Yorumu

Yazar: Sâdık Hidâyet, Çevirmen: Behçet Necatigil, Yayınevi: YKY

Kitapta zaman, mekan ve hatta karakterler iç içe geçmiş durumda. Hangi karakterin hikayesi nerede başlıyor, nerede sonlanıyor; hatta hangi karakter hangi hayatın ne kadarını yaşıyor, belirsiz. Kitabın genel havası eski mistik Doğu masallarını anımsatıyor. Tek bir karakter mi var; yoksa tüm karakterler tek bir karakterin başka suretleri olarak mı karşımıza çıkıyor ayırt edilemiyor. Tek gerçek olan şey ise acı. Ana karakterlerin hepsi ruhlarını saran acılarla boğuşuyorlar ve bu acıları dindirmek için bedenlerine ve hatta çevrelerindeki insanlara da acı veriyorlar. 

Bizi kitabın başında bir afyon bağımlısı karşılıyor. Hayatındaki tek ışığın bir kadın olduğunu söylüyor. Bu kadının ne ismini biliyoruz, ne de karakterle olan ilişkisini. Bildiğimiz tek şey, parlak iri gözlü bu kadın karakterin ana karakter üzerinde bıraktığı tesir. Bu tesir öyle güçlü ki, zamanla ana karakteri delirtiyor. Ana karakterin ''aşk'' olarak tanımladığı bu duygu, afyonun tıpkı bedenini esir alması gibi zamanla ruhunu esir alıyor. Sonra zaman ve mekan değişiyor. Acı çeken başka bir adamın çok benzer başka bir hikayesine daha tanık oluyoruz okurlar olarak. 

Yaşamına bir dizi  talihsizlik ve belirsizlikle başlamış bu adam da parlak iri gözlü bir karaktere bağlıyor hem tüm iyileşme umutlarını, hem de yok oluş isteğini. Bu kadın, adamın karısı ve aynı zamanda süt kardeşi. Aynı dadı tarafından büyütülmüş bu iki kişi bir şekilde evleniyorlar. Ancak çocukken birlikte oyunlar oynamış bu iki kişi, birbirlerinden olabildiğince uzak iki yetişkin. Ana karakter burada da bağımlılıklarına tutunuyor. Bağımlı düşünceler şeklinde başlayan bu hal, zamanla ilaçlara olan bağımlılığı şeklinde bedenine de yansıyor. Sonra yine zaman ve mekan değişiyor. Ana karakter yaşlı bir hurdacı şimdi. Çektiği acıdan dolayı saçları bir anda beyazlamış bir adam olarak karşımıza çıkıyor.

Bağımlı düşünceler, kabullenişler ve tükenişler... Hikaye üç farklı adam ve üç farklı kadının görünümüne bürünerek biz okurlara bunları anlatıyor. Hangi karakteri ilk nerede görüyoruz, onlarla nerede vedalaşıyoruz ayırt edemiyoruz. Ancak hikaye tüm parçalarıyla bir bütün olarak karşımızda. 

Kitabın konusunu anlatırken çok fazla acı kelimesini kullansam da, kitabın depresif bir kitap olduğunu düşünmüyorum. İç açıcı bir kitap olmadığı kesin; ancak gerek dilinin zenginliği olsun, gerekse karakterler arasındaki bu geçiş olsun hikayeyi canlı tutmuştu. Bu nedenle kitabı okurken üzüntü, kızgınlık, sıkkınlık vb. gibi daha somut duygular hissetmekten ziyade, ben de tıpkı kitabın geneline yayılmış sisli hava gibi merakla çeşnilendirilmiş olarak tanımlayabileceğim karmaşık duygular hissettim. 

Kitapta ana karakter insanlardan soyutlanmış bir yaşam sürüyordu. İnsanları ''pek çok maskelerinin olmasıyla'' suçluyordu. Bu suçlama halinin içinde biraz da özeleştiri bulunduğunu düşünüyorum. Neticede ana karakterin kendisi de bir insandı. İster kendini odalara kapatsın, ister sabahtan akşama kadar ''ötekileri'' yargılasın. Ana karakterin de maskeleri vardı ve taktığı bu maskeleri kitap boyunca değişen yaşantılarla karşımıza çıkan diğer karakterler aracılığıyla görüyorduk. Ana karakter hissettiği sıkıntılı ruh halinin belki geçmiş bir zamanda başka bir insan tarafından daha deneyimlenmiş olmasını rahatlatıcı buluyordu. Çünkü böylece karakter, acı maskesinin ardında daha da büzülme ve kendini daha rahat saklayabilme imkanı buluyordu. Böylece ötekiler ''suçlu'', kendisi ''acı çeken'' oluyordu. 

Kitabı okuyanlar varsa üzgünüm, ana karaktere hiç mi hiç üzülmedim. Yaşadıkları zor olabilir ama gerek düşünceleri, gerekse eylemleri nereden bakarsak bakalım caniceydi. Karakterlerin hepsi bağımlıydı: Sadece bedenleriyle değil, en başta ve en fenası olarak düşüncelerinde bağımlılardı.


Kitabın gerçekten zengin bir dili var. Okumanın zor veya yorucu olduğunu düşünmüyorum, hayır. Ama kitap okuma alışkanlığına sahip olmayan okurları sıkabilir. Çünkü fazla düzgün, zengin ve ayrıntılı bir dile sahip. Kitabı okurken her şey bir okur olarak zihnimde birer tablo gibi canlandı benim. Öte yandan, kitabın yer yer soyut hale gelen işleyişini düşündüğümüzde dildeki bu netlik ve ayrıntılı hal bence gerekliydi de. Bu noktada kitabın çevirmeni olan Behçet Necatigil'i de anmadan geçmek olmaz. Özellikle de kurgu kitapları çevirmenin yazma becerisi gerektirdiğini düşünüyorum. Aksi halde, örneğin bu kitaptaki, zengin betimlemelerin kaybolması işten bile olmaz.

Benim okuduğum bu baskıda kitabın çevirmeni olan Behçet Necatigil'in kaleme aldığı bir önsöz ile kitabı Almancaya çeviren ve Sadık Hidayet'in de arkadaşı olan Bozorg Alevi'nin bir sonsözü yer alıyor. Bu iki yazıda da gerek yazara, gerek yazarın kitabı yazarken içinde bulunduğu fiziksel ve ruhsal koşullara dair bilgiler yer alıyor. Yazar kitabını ilk kez Hindistan'da bastırmış ve ilk baskısına kitabın İran'da basılmasını yasakladığına dair bir not eklemiş. Sadık Hidayet varlıklı bir ailede doğmuş ve iyi bir eğitim almış birisiymiş. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın etkileri, İran'daki iç karışıklıklar, memleketi olan İran'da yazdıklarının değer görmemesi ve hatta ardından konuşulması nedeniyle bunalıma girmiş. Başbakan olan eniştesinin yobazlar tarafından öldürülmesi ise onu en çok sarsan olaylardan biri olarak ifade ediliyor. Tüm ümidini yitiren yazar, intihar ederek bu dünyadan ayrılmış. Aynı zamanda bu yazılarda yazarın büyük oranda Ömer Hayyam'dan etkilendiği ifade ediliyor. Bu kitabında bile bu etkiyi görmek mümkün. 


Özetle, kitabı beğenmesine beğendim. Farklı bir kitap olduğunu düşünüyorum en başta, ki bu bile kitaba ''beğendim'' demem için başlı başına bir kriterimdir benim. Amma ve lakin... Beni derinden sarstığını söyleyemiyorum. Kitabı bundan çok değil, bir yıl önce bile okusaydım daha çok etkilenebileceğimi düşünüyorum. Ayrıca kitaba dair okuduğum yorumların geneli pozitif veya aşırı pozitifti. Bu ölçekten baktığımızda kendi yorumumu ortalama pozitif olarak nitelendirebilirim sanırım. :)

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Lakin tek korkum: Yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum: Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.'' (Sayfa 15)


''Ben onu tanıyorum. İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin! Hem mümkün mü bir başkasının beni etkilemesi?'' (Sayfa 20)


''Birden gözlerinde, onun o sonsuz iri gözlerinde, bir gözyaşı selinde siyah elmaslar gibi yüzen ıslak, ışıl ışıl gözlerinde hayatımın bütün ıstıraplı macerasının kayıp gittiğini gördüm. Gözlerinde, onun o siyah gözlerinde aradığım derin, ebedi geceyi buldum; o gecenin korkunç, büyülü karanlıklarına daldım. Derinlerdeki benliğimin güçlerini dışarıya çekiyor gibiydi bu karanlıklar. Ayaklarımın altında yer sarsılıyordu. Düşsem yıkılsam tarifsiz bir haz olurdu bu benim için.'' (Sayfa 23)


''Tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Öyle bir duygu: Herkes beni terk etmişti, cansız varlıklara sığınıyordum. Doğa ile aramda bir bağ kurulmuştu, ruhuma inmiş çökmüş derin karanlıkla benim aramda bir bağ. Böyle bir sessizlik bizim anlayamadığımız bir lisan gibidir.'' (Sayfa 32)


''Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.'' (Sayfa 35)


''Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. Avludaki taş havana parmağımla vursam ve sorsam: Sabit misin, muhkem misin? - Evet! diye cevap verse bilmem inanır mıyım!'' (Sayfa 38)


''...ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: Öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş.'' (Sayfa 38)


''Ben eski ben değildim; çağırsaydım getirseydim de konuşsaydım onunla, duymaz anlamazdı beni. Yüzü eskiden tanıdığım bir adamın yüzü olurdu da benim yüzüm olmazdı, benim bir parçam bile olmazdı.'' (Sayfa 51)


''Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!'' (Sayfa 59)


''Hayat, soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske. Tutumlu kimselerdir bunlar. Bir kısmı evlatlarına saklarlar maskelerini; bir kısmı da vardır ki boyuna maske değiştirirler, ama yaşlandıklarında görürler ki bir sonuncu maske kalmış ellerinde, ve bu da pek çabuk eskir, o zaman maskenin gerisinden gerçek yüzleri çıkar ortaya.'' (Sayfa 65)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Popüler Yayınlar