Portobello Cadısı (Paulo Coelho) | Kitap Yorumu

Yazar: Paulo Coelho, Çevirmen: Celal Üster,
Yayınevi: Can Yayınları

Şirin Halil, Romanya'daki bir yetimhaneden evlat edinildiğinde henüz bir bebekti. Sonrasında kendine, Athena ismini verecekti. Athena, bir bakıma, Şirin'in bir yansımasıydı ve küçük Şirin bunu daha hayatının erken evrelerinde bile fark etmişti. Zaten aslolan isimler değildi; ardındaki manaydı. Sonrasında Şirin'in başka isimleri ve bu isimleri karşılayan suretleri de oldu. Kitap boyunca, bazılarının bir azize bazılarının yoldan çıkmış olarak anacağı, Portobello Cadısı ilan edilen Athena'nın (Şirin'in) hikayesini okuyoruz.

Kitap, klasik bir Paulo Coelho kitabı gibi görünüyor. Ana teması: Arayış. Bu kitabı benim için farklı kılan en büyük etken, Athena'nın yaşadıklarının Athena'nın hayatında az veya çok yer almış diğer insanlar tarafından anlatılmasıydı. Bu da kitaba bir nevi belgesel havası katmış. Bu hissi en son bundan baya önce izlediğim, Agnès Varda'nın 1985 yapımı Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) isimli filmini izlerken kapılmıştım. Bu filmde de ana karakter başkalarının gözündeki görünümleriyle anlatılıyordu.

Herkesin bir benliği ve bu benliğin çeşitli yansımaları var. Bu yansımalar uzaklık-yakınlık, görmek-görmemek ve hatta görmeyi istemek-istememek ile yakından bağlantılı diye düşünüyorum. Herkes bir şekilde bir öz görür; ancak en yaklaşık tahmini yapanın bile gördüğü yalnızca birer yansımadır. Aynı durum; çeşitli olay, öğreti ve buna benzer kişinin algılarına hitap eden diğer her şey için de geçerlidir. İnsanlar ancak hazır oldukları kadarını görebilirler; bu noktada asıl önemli olan belki de, bunun bir yansıma olduğunu unutmamak ve bazen aramak, bazen durmaktır. 

Kitabı okumayı gerçekten uzun süredir istiyordum. Çünkü kapağı güzeldi. Ancak kitabı okumak için gerekli olan o ittirici gücü de tam bulamamıştım. Boyumdan büyük bir kitap olduğunu mu düşünmüştüm - ki, ipucu, bunu düşünecek son kişiydim. Okumak mı istemiyordum, yeterince ilgimi mi çekmemişti? Hayır hayır hayır. Aksine, çok çekmişti. Ancak bazen beklemek gerekir. O zaman da sezgisel olarak bunu kavramışım neyse ki ve neyse ki, kitabı bugün okuduğumda, daha evvel kavrayamayacağım kendimle ilgili pek çok şeyi gerek sezgisel, gerek düşünsel olarak zihnime çektim. Kitapların da kendilerine has bir havası vardır ve o havayı soluduğumuz zaman dilimi, bence, önemli olabilir.

Velhasıl kelam, kitabı çok sevdim. Pek çok yerini not aldım. Kitabı okurken üzerine uzun uzun yazılar yazabileceğimi düşündüm -ki başka yazılarımda neden olmasın *-* - amma ve lakin, şimdilik bu kitap yorumu yazısı bu kadar olsun. Çünkü kitabın özü de bu kadar. Kitap, bir okuru olarak bana, kendi derinliklerimdeki, belki yerini bile bilmediğim, bazı pencereleri açmamda ilham oldu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.



ALINTILAR

''Yeni bir cadı avı başlıyordu sanki. Silah bu kez kızgın demir değil, alaycılık ve baskıydı.'' (Sayfa 16)


''Kimse kimseyi yönlendiremez. Bütün ilişkilerde iki taraf da ne yaptığını bilir, sonradan taraflardan biri kullanıldığından yakınsa bile.'' (Sayfa 21)


''Bazen öylece otururken ya da çok heyecanlandığımda tüm Evren'le birlikte titreştiğimi hissederim. Ve o zaman, bilmediğim şeyleri bilirim, sanki Tanrı bana yol gösterir.'' (Sayfa 40)


''Hayatın içimde büyüdüğünü hissetmezsem, dışımdaki hayatı hiçbir zaman kabullenemeyeceğim.'' (Sayfa 46)


"Eğer bütün kelimeler bitişik olsaydı bir anlam çıkmazdı ya da en azından anlamı çıkarmak çok zor olurdu. Boşluklar çok önemlidir." Başıyla doğruladı. "Diyeceğim, kelimelerde ustalaştın ama henüz boşluklarda ustalaşmadın. Zihnini yoğunlaştığın zaman elin kusursuz, bir kelimeden öbürüne geçerken yolunu şaşırıyor." (Sayfa 92)

 

''Öğren, ama öğrenirken her zaman yanında başkaları da olsun. Yalnız başına arama, çünkü yanlış bir adım attığında yanında sana doğru yolu gösterecek kimseyi bulamazsın.'' (Sayfa 129)


''Sen ne olduğuna inanıyorsan osundur.'' (Sayfa 155)


''Ne istiyorsun? Mutlu olmayı isteyemezsin, çünkü bu hem çok kolay, hem de çok sıkıcı. Yalnızca aşık olmayı isteyemezsin, çünkü bu olanaksız. Ne istiyorsun? Hayatını doğrulamak, hayatını elden geldiğince yoğun yaşamak istiyorsun. Bu hem bir tuzak, hem de bir coşku kaynağı. Hem bu tehlikeye karşı uyanık olmaya, hem de aynaya yansıyan o imgenin ötesindeki kadın olmanın coşkusu ve serüvenini yaşamaya çalış.'' (Sayfa 179)


''Yanlış soru soruyorsun. Bilmen gereken, ona ihtiyacı olan sevgiyi verecek durumda olup olmadığın. Bir şey olsun ya da olmasın, önemli değil. Sevebildiğini bilmen yeterli. O olmazsa başkası olur. Bir pınar bulmuşsun, bırak aksın, dünyanı doldursun. Bir şey yapacağın zaman, emin olmak için bekleme. Bir şey verirsen alırsın ama bazen hiç beklemediğin bir yerden alırsın.'' (Sayfa 190)


"Kim olduğunu biliyorum," dedi. "Köydekiler çok dürüst, iyi kalpli, yardımsever bir insan olduğunu söylüyorlar, ama ben sende başka bir şey daha görüyorum: öfke ve hayal kırıklığı." (Sayfa 214)


''Tamam, olmadığın biri gibi olmaktan sıkıldığın zaman git eğlen, hayatını yaşa, madene çekiçle biçim ver. Zamanla bunun sana zevkten de öte bir şey verdiğini, anlam verdiğini göreceksin.'' (Sayfa 217)


''Seviliyor, isteniyor, korunuyorsun.'' (Sayfa 234)


''Zaten bir annenin her şeyi anlaması gerekmez, sevmesi ve koruması gerekir.'' (Sayfa 235)


Antrepoda gördüğüm, "Yapabilirsiniz, yeter ki Yüce Ana'nın öğretmesine izin verin... Sevgiye inanırsanız ne mucizeler olur," diyen bir kadındı. Kalabalık da katılmıştı onun bu sözlerine, ama bu uzun sürmeyecekti, çünkü mutluluğa giden tek yolun kölelik olduğu bir çağda yaşıyorduk. Özgür irade çok büyük sorumluluk istiyordu; zorlu bir çabayı gerektiriyor, acı ve keder getiriyordu. (Sayfa 239)


''Çok farklı kişiler olduğumuz, hatta aynı dünya görüşünü bile paylaşmadığımız halde Athena beni neden sevmişti?'' (Sayfa 262)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Postman Blues | Film Yorumu


Yönetmen: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Senarist: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Yapımı: 1997 - Japonya


''Hastalığımı ilk duyduğumda çok kötü hissetmiştim. Sürekli her şeyi bitirmeyi düşündüm. Bu yüzden intihar etmek için buraya geldim. Ama sonra... Canım bir anda noodle çekti. Noodle düşünmenin zamanı değildi, intihar etmeliydim. Ama bir türlü aklımdan çıkaramadım. Bu yüzden önce noodle yemem gerektiğini düşündüm. Noodle almak için hastaneden çıkıp koştum. Çok terlemiştim ve burnum akıyordu. İki kase yedim. Yaşadığımız sürece sürekli bir yerlere saplanacağız ve hatalar yapacağız. Ama bu ilerleyemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hiçbir şey yapmadan durmaktan iyidir.''


Kaynak: Pinterest

Filmi ilk kez bir müzik videosunda keşfettim. Müziğin arka planında dönen bir aşk hikayesi. Genç bir adam ve genç bir kadın vardı. Genç kadın üzgün görünüyordu, genç adamsa şaşkın. Müzik filme ait değildi ancak bu iki kişiye aitmiş gibi görünüyordu. O an filmi izlemek istedim ama bulamadım. Sonra, o müzikle bir kez daha karşılaştım. Belki de en çok da videodaki aşk hikayesi için şarkıyı birden fazla kez dinledim. Bu sefer filmi de buldum. 

Kanseri son evrede olan genç bir kadın (Kyōko Tōyama) ile bir postacının (Shinichi Tsutsumi) yolu bir gün kesişir. Bu kesişme bir anda yaşanmış gibi görünür ancak öyle değildir. Arka planda absürt diyebileceğimiz bir sürü olay yaşanır. Yakuzalar, polisler, tetikçiler... Hepsi genç adamla bağlantılı hale gelir. Olayların arka planında yaşananlardan ne genç adamın, ne de genç kadının haberi vardır. Onlar sadece bir arada zaman geçirirler. Tıpkı genç kadının söylediği gibi; şu anı yaşarlar. Çünkü genç kadının zamanı çok az kalmıştır. 

Bu postacı, olabilecek en kendi halinde postacıdır. Evden işe, işten eve gider. İşini de pek sevdiği söylenemez. Yakuza olmaya heveslenmiş çocukluk arkadaşıyla bir akşam karşılaşır. Bu arkadaşın peşinde polisler ve gerçek yakuzalar vardır. Bu eski arkadaş, postacının dikkat çekmeyeceğini düşünerek postaların arasına uyuşturucu saklar. Tabii bir de, kaderin cilvesi bu ya, az evvel kestiği serçe parmağı posta çantasının derinliklerine yuvarlanıp kaybolur. Bu serçe parmak, genç adam ile genç kadının bir araya gelmelerinde önemli bir role sahip olacaktır.


''Son günlerde hiç coşkulu hissettin mi? Kalbin çocukluğundaki gibi attı mı?''


İçerisinde aksiyon, komedi, ironi, diğer filmlere göndermeler ve aşkın en masum halini taşıyan çok beğendiğim bir film oldu.

İnternette çevirisini bulması imkansız mıdır bilmem ama zor olduğu kesin. Ben youtubeda çevirisini bulup izledim. Başka bir platformda veya sitede bulamazsanız siz de şu youtube videosundan filmi izleyebilirsiniz.

Hoşça kalın.


filmin müziğini dinlemek için tıklayabilirsiniz.

filmi keşfetmemi sağlayan müziği dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




Sputnik Sevgilim (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Sumire genç bir kadın. Hayatına ve kendine dair emin olduğu tek şey, yazmayı sevdiği. O da bu gerçeğe tutunuyor. Bilmediği diğer her şeyin var olduğu karanlık tünelden, bu gerçeğin ucunu tutarak geçmeye çalışıyor. Okuduğu bölümün ona uygun olmadığını keşfedip okulu bırakıyor ve kendini sadece yazmaya veriyor. Ancak, yazarak yazar olmak da pek mümkün gibi görünmüyor. En azından Sumire, başlangıçta, yazan kişi olmaya ve yaza yaza bir yazara dönüşmeye izin veriyor. 

Sumire'nin yakın arkadaşı olan genç adam kitabın anlatıcısı. Belki de, en azından kitabın var olduğu kurgusal gerçeklikte, Sumire'yi gerçekten tanıyan tek kişi o. Bizlere Sumire'nin yaşadıklarını en başından başlayarak anlatıyor. Kitap boyunca Sumire'nin Myu isimli bir kadınla tanışmasından sonra değişen yaşamında yaşadıklarını okuyoruz.

Bazı kitaplara karşı beklentiniz yoktur. Sputnik Sevgilim benim için böyle bir kitaptı. Pek tabii kitabın yazarı olan Haruki Murakami'nin ismi, kitabı okumam için bana referans olmuştu ancak kitaba sadece bir şeyler okumak için başladım. Beğenmeseydim de gıkım çıkmayacaktı. Öte yandan, kitabı beğendim. Murakami'nin genel tarzını yansıtan; hayalle gerçeğin iç içe geçtiği, şahsına münhasır karakterleri barındıran, basit bir dili olan ve tabii belki de kitabı sevmemdeki en büyük etken olarak olayları felsefik bir bakış açısıyla ele alan bir kitaptı. 

Kitapta pek çok kısım -yine *-*- muallakta kalıyor ancak Murakami kitaplarında genel olarak görülen bu durumu ben seviyorum. Çünkü bu durum bana bir okur olarak sanki karakterlerle iletişime geçiyormuşum da onlar bana sadece bilmem gerektiği kadarını anlatıyorlarmış gibi bir his veriyor. Tüm o soğuk mizaçlı ve kafası bulutlu karakterlere kendimi en yakın hissettiğim anlar da tam olarak bu anlar oluyor. Bu kitapta da ne olduğunu anlayamadığımız alternatif bir gerçeklik vardı ancak yazar bu farklı boyutta yer alıyormuş gibi sezdirdiği zaman veya mekanı okurlarına anlatmamış. Aynı zamanda, her ne kadar konuları ve karakterleri farklı olsa da, kitap bana biraz 1Q84'ü anımsattı. Sanırım kendimizi bulunduğumuz gerçekliğe sabitlemek ve kaybolmamak için ruhumuzla sevdiğimiz bir şeylerin var olmasının önemini anlatıyor temelde yazar ya da ben böyle düşünmeyi seviyorum. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Edebiyat tutkusu ile arasına hiçbir şey giremezdi.'' (Sayfa 11)


''Myu'nun kara gözbebeklerine yansıyan kendi canlı görüntüsünü gördü Sumire. Bu yansıma, aynanın diğer yanına çekilip yutulmuş kendi ruhu gibi göründü gözüne. Sumire, bu görüntüye aşık olurken aynı zamanda da içi ürperdi.'' (Sayfa 47)


''Ancak ben "hassas" insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. "Dürüst ve açık" insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. "Karşısındakinin yüreğini anlamakta becerikli" olan kişilerin hiç de içten olmayan övgülere kolayca kandıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz?'' (Sayfa 65)


''Bu dünyada sınırsız bir tutku duyduğum şeyler sadece kitaplar ve müzikti. Ve doğal olarak da yalnız bir insana dönüşmüştüm.'' (Sayfa 65)


''Ben neyim? Ne istiyor ve nereye gidiyorum?'' (Sayfa 68)


''Bu anlamda o diğer insanlardan farklıydı. Sumire sorduğu sorunun yanıtında benim düşüncemi duymayı yürekten istiyordu.'' (Sayfa 69)


''O yanımda olunca, yalnızlık denen o somut duyguyu bir süreliğine unutabiliyordum. O benim bulunduğum dünyanın sınırlarını genişletiyor, derin derin nefes almamı sağlıyordu.'' (Sayfa 69)


''Öyle yorgundum ki yakınmaya bile halim yoktu. Bazı günler böyle olurdu işte.'' (Sayfa 71)


''Çok güzel olmuştu. Sanki içinde çiçekler açmış gibi.'' (Sayfa 71)


Sen Sputnik denen şeyin Rusçada ne anlama geldiğini biliyor musun peki? İngilizcedeki karşılığı travelling companion imiş. 'Yol arkadaşı.' (Sayfa 111)


''Ay, soğuk çatıların üzerinde asılı, kasvetli bir rahip gibi, iki avucunu uçsuz bucaksız denize doğru uzatmış. Dünyanın neresinde olursam olayım, günün bu zamanını, diğer tüm zamanlardan daha çok seviyorum. Bu sadece bana ait bir zaman. Ve ben, bu masada oturmuş, yazıyorum.'' (Sayfa 144)


''Yeterince bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin arkasında, bir o kadar da bilmediklerimiz gizlidir. Anlamak dediğimiz, halihazırdaki yanlış anlamalarımızın bütününden başka bir şey değildir.'' (Sayfa 147)


''Benim için önemli olan pek çok şeyden vazgeçe geçe yaşayıp geldim bugüne. Bundan böyle artık hiçbir şeyi feda etmeyeceğim.'' (Sayfa 154)


Myu kendi yüzüne bakar uzun bir süre. "Bu da elbet geçecek" der kendi kendine. "Dayan. Geçip gittikten sonra mutlaka komik bir hikâye halini alacak." (Sayfa 166)


''Önemli olan, başkalarının düşündüğü büyük şeylerden ziyade, küçük de olsa kendi düşündüklerindir.'' (Sayfa 176)


''Başımı çıkarıp karanlık gökyüzüne doğru baktım. Gerçekten de oradaydı küf rengi yarımay. İyi. Biz aynı dünyada aynı aya bakıyoruz. Biz kesinlikle aynı bağla gerçekliğe bağlıyız. Tek yapmam gereken, onu usul usul kendime doğru çekmek.'' (Sayfa 224) 



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur (Faruk Duman) | Kitap Yorumu

Yazar: Faruk Duman, Yayınevi: Can Yayınları

Kitabın ana karakteri askerliğini yaptıktan sonra ana ocağına dönmüş genç bir adam. Ancak onun için bıraktığı ev ile döndüğü ev aynı değil. Babasının vefatından sonra tek başına kalmış annesinin derinlere, hatta evlerine bile, sinmiş yalnızlık hissi onu bunaltıyor. Üniversite eğitimi aldığı için yaşadığı köyde kendine uygun iş bulamıyor. Yanında çalışmak istediğine kendi kendini inandırdığı usta bile onu fazla eğitimli bularak geri çeviriyor. Bu genç adamın huzur bulduğu tek yer orası: Orman.

Ormanın gözü vardır, cümlesiyle büyümüş olsa da, her daim ensesinde hissettiği bu uğursuz göz, aslında ona iyi geliyor. Bu göze bir cisim vermek için başlangıçta çocukken dinlediği korku hikayelerine başvuruyor. Ancak çok geçmiyor ki, en azından o anda onu izleyen gözlerin, bir parsa ait olduğunu fark ediyor. Bu pars ile arasında bir bağ kuruluyor. Ormanda tek yaşayan pars ile tek başına kalmış genç bir adam. Pars, yalnızca tek başına değil; aynı zamanda yalnız da görünüyor. Oysa genç adam tam da o günlerde tek başına olan başka birini daha buluyor: Ceren'i.

Kitap boyunca bu genç adamın yaşadıklarını okuyoruz.



Faruk Duman, kitaplarını bir süredir okumak istediğim yazarlardandı. Bu kitabı ile İncir Tarihi isimli kitabı listemdeydi. Kitabı kütüphanede bulunca da hevesle aldım ve okumaya başladım. Aslında kitabın ilk yarısını gerçekten beğendim. Yazarın anlatımı, olaylardaki sadelik, sonra mekan... Kitapta en çok mekanı sevdim biliyor musun; çünkü, insana sahiden de bir ormandaymış da genç bir adam ve bir parsın filizlenen arkadaşlığını uzaktan izliyormuş gibi hissettiriyordu. O sahneleri bir film sahnesi gibi zihnimde canlandırdım; hatta kitabın filmi olsa izlerdim, diye bile düşündüm. Ancak... Kitabın ilk yarısına hakim olan bu biraz tehlikeli, bolca gizemli hava; kitabın ikinci yarısında malesef, bir okur olarak en azından beni, terk etti. Özellikle de Ceren ile ilgili eklenen detayların anlatılmasına gerek var mıydı, emin değilim. Yazarın diğer karakterleri ve onların içinde bulundukları yalnızlığı somutlaştırmak istemesini anlayabiliyorum ancak keşke sadece mecazi olarak değil de, somut anlamda da pars odak noktasında kalmaya devam etseydi. Ceren'in abisi ve babasının sahneleri yerine, parsla ilgili sahneler okumak isterdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Uçsana, uçup gitsene. Öyleyse bu kanatların ne işe yaradığını kim söylesin?'' (Sayfa 14)


''Ama insan zamanla yeteneklerini kaybediyor. Bunun nasıl olduğunu, olabildiğini bilmiyorum. Ama gün geliyor, yaşam derin bir uçurumla ikiye bölünüyor. Bir boşluk. Uzak bir yere gidiliyor; daha önce hiç görülmemiş şeyler görülüyor orada.'' (Sayfa 14)


''İçimden tüm ormanı kucaklamak geliyordu.'' (Sayfa 15)


''Pars, o hep hüzünlü ifadesiyle yavaş yavaş geri çekildi. Ve siste kaybolup gitti.'' (Sayfa 38)


''Belki her yolculuk özlemi böyleydi; yol bu özlemi tüketinceye dek yürümek, sonra, tükendiği yerde tutup geri dönmek. Hepsi buydu.'' (Sayfa 44)


''Herhalde, çürüyen bir şey, çok geçmeden hayat bulacaktır.'' (Sayfa 54)


''Yapayalnız bir insandım ben; hele de bu korkunç, bu yalnızlıkla inleyen ormanda iyice yalnız değil miydim?'' (Sayfa 55)


''Yine de, prens hayatından memnun. Ormanın sesini dinliyor, ki bu, onu gerçekten çok mutlu ediyor.'' (Sayfa 94)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Hit the Road (Yola Devam) | Film Yorumu


Yönetmen: Panah Panahi

Senarist: Panah Panahi

Yapımı: 2021 - İran


Pek çok yol hikayesi gibi, bizi orta yerde, başı sonu görünmeyen yollarda karşılayan bir öykü bu. Yolun nerede başladığını veya nereye uzanabileceğini başlangıçta bilmiyoruz. Bizi bir aile karşılıyor; sonsuzmuş gibi görünen asfaltta kayıp giden ödünç alınmış bir arabada. Çok geçmeden, bu ailenin geride önemli bir şeyler bırakıp da yola çıktıklarını anlıyoruz. Gizemli bir abi, yer yer duygusallaşan bir anne, iç dünyasını belli etmeyen bir baba, haylaz bir çocuk ve onun hasta yavru köpeği. Bu ailenin geride bıraktıkları ve sır gibi sakladıkları şey: Hayatları. Çıktıkları bu yolda ana amaçları, büyük oğullarını sınır dışına çıkararak daha özgür bir yaşam kurmasını sağlamak.


Kaynak: Imdb

Özellikle de sadece yolculuk aşamasını içeren yol hikayelerini izlemeyi çok seviyorum. Çünkü böyle hikayelerde, ana karakter yol oluyor. Başlangıç veya sonrası değil; o anda yaşanan iyi ve kötü olaylar üzerinden filmin sahneleri birbiri üzerine ekleniyor. Bu filmde, yolun aslında nerede başlayıp nereye uzandığını karakterinin ağzından öğreniyoruz. Ailenin abisi ile annesinin arasında geçen bir diyalog bulunuyor. Bu diyalogta 2001: Uzay Macerası (2001: A Space Odyssey) isimli film hakkında konuşuyorlar. Abi, bu filmdeki ana karakterin kara deliğe doğru sonsuzmuş gibi gelen bir süre boyunca yürüdüğünü söylüyor. Öyle ki, yarım saat boyunca bu sahneyi izliyormuşuz. Sonra, karakter görünmüyormuş; ama yürümeye devam ediyormuş. Kara deliğe: Hiçliğe.

Filmin ilerleyen sahnelerinde ailenin babası ile küçük kardeşinin bilmedikleri bir köyün çayırlığında yıldızları izlerken Batman ve Superman ve hayatta pahalı olan diğer şeyler hakkındaki konuşmalarını izliyoruz. Tam bu esnada baba oğul birer astronotmuş gibi uzay boşluğunda süzülüyor; izleyenlerden uzaklaşıyor, uzaklaşıyor ve uzaklaşıyor. Bu sırada, tüm bunlar olurken, annenin ateşin ışığında parlayan gözyaşlarını görüyoruz. Belli ki o da bir kara delikte.

Filmin sonraki sahnelerinde aileyi aynı arabada, eksilmiş sayıda ve bir çölün ortasında görüyoruz. Artık sadece anne, baba ve küçük çocuk var.

Film, zor bir coğrafyanın insanlarının hikayesini anlatıyor. Ancak bunu yaparken izleyenleri abartılı duygu ve düşüncelere boğmuyor. Aksine, film derin bir alt metne sahip olmasına karşın, hikayesini öyle hafif ve yer yer esprili bir dille anlatmış ki, ben filmi izlemekten gerçekten keyif aldım. Özellikle de çocuk oyuncunun performansını ayrıca anmalıyım. Filmi bile onun dans sahnesini merak edip izlemeye başladım. Öte yandan, bu çocuk karakterin gittiği yerlerdeki toprakları öptüğü ve derin bir bağlılıkla şükrettiği sahneler, aslında umudun her yerde olduğunu, olabileceğini, gösteriyordu.

Velhasıl kelam, konusu ilginizi çektiyse önerebileceğim bir film.


Hit the Road soundtrack için tıklayabilirsiniz.



Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.




Popüler Yayınlar