Yaban Koyununun İzinde (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Nihal Önol,
Yayınevi: Doğan Kitap

Üniversite yıllarından tanıdığı genç bir kadının ölüm haberini alan ana karakter, kendini hayatının ve içinin boşluğunu sorgularken bulur. Neredeyse otuz yaşındadır, aslında ondan beklenen pek çok adımı da atmıştır; okulunu bitirmiş, iş kurmuş ve evlenmiştir. Ancak hiçbirinin sonunu kestirememiş, hiçbirini daha en başından kendi iradesiyle yapmamıştır. Sonunda geriye üniversiteden üç beş soluk anı, alkolik ortağıyla yürüttüğü kendi yağında zor kavrulan işi ve eski bir eş kalmıştır. Ölen genç kadını bile adıyla hatırlamaz ana karakter. Ona değer vermediği için mi? Başta böyle gibi düşünür; ancak sonra, değer vermediği kişinin kendisi olduğunu hisseder. 

Ona mektuplar gönderen eski bir dostu vardır. Bu dostun adını, hayatını, geçmişini bilmeyiz. Lakabı Fare'dir ve bir gezgindir. Ana karakter, Fare'ye ulaşamaz ancak Fare, istediği zaman istediği kişiye ulaşır. Aslında bu tek taraflı iletişim ana karakteri rahatsız etmez. Mektupları okur okumaz bir çekmeceye hapseder ve iletişim o noktada kesilir. Ancak bir gün bu eski dostun gönderdiği bir fotoğraf ana karakterin hayatının dönüm noktasını oluşturacak ve kendini oluşturduğu kimliğe hapsetmiş bu karakteri gizemli bir yolculuğa çıkaracaktır. Biz okurlar da kitap boyunca, türünün tek örneği olan bir yaban koyununu arayan ana karakterin yaşadığı içsel ve dışsal macerayı okuruz.

Ana karakterin bir ismi var mıydı vallahi hatırlamıyorum. Çok ilginç ve ana karakterin ölen genç kadının adını hatırlayamamasını düşündüğümde trajikomik. Hatta kitabı da biraz karıştırdım; ama yok. Adamın adı ana karakter olarak kaldı iyi mi, sen anladıysan iyi tabii sevgili okurum. Sonuçta ana olan karakteri anlatıyorum. Gerçekten, bak gerçekten kitabın konusu da bundan ibaret. Bu karakterden. Yine Murakami abim bir sürü gizemler, şekiller şukullar, hatta yakuzavari işler araya katmış ona laf yok; ama işte, konu yine hayatının ve aslında kendinin donukluğundan bıkmış bir karakterin imdadına yetişen, öte alemlere kapı aralayan ve bu ne ağğbii dedirten bir dizi, kah birbirine dolanan, kah paralel ilerleyen ama asla bağlanmayan olaydan oluşuyor.

Kitap, Fare Dörtlemesinin 3. kitabı olarak geçiyor. Yani bir seri gibi! Bu dörtlemenin kitapları sırasıyla; Rüzgarın Şarkısını Dinle, Pinball 1973, Yaban Koyununun İzinde ve Dans Dans Dans şeklinde. Böyle bir seri en başından beri var mıydı emin değilim ama son yıllarda Doğan Kitap'ın bastığı ve Fare Dörtlemesi diye geçen bu dört ayrı kitabın birleştirilmesinden oluşan kitap piyasaya çıkana kadar aslında böyle bir serinin varlığını Japonya'da çıkan kitapları takip etmeyen ''bence'' hiçbir okur bilmiyordu; çünkü kitapların hiçbirinde bir seriye ait olduklarına dair herhangi bir bilgi bulunmamakta... Aslında bana sorarsan -sordun mu- bu ayrıntı çok da önemli değil. Dediğim gibi ben böyle bir dörtlemenin varlığından bihaber geçirdiğim yıllarda zaten alakasız bir sıralamayla Rüzgarın Şarkısını Dinle ve Dans Dans Dans isimli kitapları okumuş ve olaya ayıkmamıştım. Yani kitaplarda hiç bir seri havası yoktu. Kitaplar arasında ortak karakterler olsa da, seriye bu yüzden Fare Dörtlemesi deniyor... :), dediğim gibi her kitap ayrı olayları işlediğinden seri gibi okuma zorunluluğu yok diye düşünmekteyim. Ama tabii ki bu seri kitaplar muhabbeti de cepte dursun, belki ben bu sırayla okuyacağım banane diyen de çıkabilir, karışamam ne haddime; hatta belki öylesi daha iyi olur.

Ben, Haruki Murakami'nin tarzını çok seviyorum. Bütün o mistik, gizemli ve ne oldu şimdi diye okuduğumuz olaylarda aslında bu kitapla birlikte yakalamış olduğum bir ayrıntı var. Normalde çoğu yazar soyut olayları somutlaştırır. Yani soyut bir durumu (his ve düşünce temelli bir oluşumu) anlatan bir yazar bile bu anlatısını somutlaştırma yoluna gider. Bunun nedeni anlattıklarının okurlarca anlaşılmasıdır muhtemelen; çünkü neticede biz okurlar yazarın beyninin içinde neler döndüğünü ancak okuduklarımız kadarınca anlayabiliriz (müneccim değilsek). İşte Murakami abimde, emin olmamakla birlikte, bu durumun tam tersi olarak somut durumları soyutlaştırma olayı var. Adam hayattan somut nesneler çekiyor ve okuruna soyut bir anlatıya dönüştürerek anlatıyor (laf aramızda aslında eeen sevdiğim anlatım biçimi budur). Aslında postmodernizm dediğimiz olay da biraz böyle ama Murakami'yi bu edebi akım içerisinde mi değerlendirmeliyiz (arka kapakta öyle yazsa da) çok da emin değilim. 

Bu kitabında da bazı temel nesneleri çekmiş ve onları karakterlerin iç dünyalarında anlamı olan sembollere dönüştürmüş. Sembol dediğimiz durum zaten başlı başına soyutlamadır. Kitapta geçen Koyun Adam karakteri bunun en bariz örneği. Koyun Adam aslında kendine yabancı ana karakterin bir temsili. Kitapta koyununu içinden atan karakterler hayat amaçlarını yitiriyorlar. Çünkü bulmak için önce yitirmelisin. Bak mesela bu kelime de yazarın kitaplarında sıkça geçer: Yitirmek. Nedir sence yitirmek sevgili okurum? Ya da şöyle sorayım, özellikle de Murakami kitaplarından daha evvel okuduysan, yitirmek kelimesinin yazarın anlatılarındaki esprisi nedir? Her kelime, her sembol (özellikle de sıklıkla tekrar ediliyorsa), yazarların anlatılarına bir nevi tatlandırıcı olarak girerler. Bu kelime de Murakami'nin kurgularının tuzu gibi bir şey benim gözümde. Yitirmek kelimesi, bırakmak anlamında kullanılmakla birlikte; elinde olmaksızın bırakmak zorunda kalmak, şeklinde kullanılıyor (diye düşünüyorum).

Ana karakter bir çeşit depresyonda diyebiliriz. Aslında üzüldüğü durum işini kaybetmek, eşiyle boşanmak veya mafyatik adamlardan aldığı tehditlerle rahatının kaçması falan değil. Onu asıl üzen, koyununun kaçması. :) Burada bir mecazlaştırma, yani diğer bir adıyla soyutlaştırma, var anlayacağın gibi. Ana karakter kitaptaki en şanslı karakter aslında. Çünkü koyunu içinde yer etmemiş. Hissettiği huzursuzluk onun ilacı. Bir şeylerden rahatsız olmadan harekete geçmez insanoğlu, işte bu dramatik gerçekten yola çıkarak, ana karakter rahatsızlıklar yaşıyor. Öncesinde, ''yitirdiklerini'' düşünüyor. Sonrasında, dış müdahaleler yoluyla mekan değiştiriyor. Gittiği yerlerde diğerlerinin hikayelerinin içine giriyor. Diğer bir deyişle kahramanın yolculuğu. Kahraman belki de en iyi, diğerlerinin hikayesiyle öğrenir bazı şeyleri. Ana karakter de ''diğerleri'' aracılığıyla Koyun Adam ile tanışıyor. Uygun konağı bulduğunda insanların içine giren bu koyun, özgür iradenin yitimini temsil etmekte diye düşünüyorum. Ancak bu durum her zaman kötü olmayabilir, kitapta aslında bunu da görüyoruz. Koyununu kaybedince, yani ona dayatılan yaşam şablonunu kaybedince, hayattaki varlık amacını ''yitiren'' başka karakterler bize bunu gösteriyor. 

Tabii Japonlar soğuk adamlar. Belki de tüm bu depresif hareketler ve tripler hep içine atmaktandır. Kim bilir...

Kitabı sevdim ama alışınca ısınıyor tarzı bir kitaptı benim için. İlk 70 sayfada falan ne yazarın anlatımı, ne de olaylar beni kendine çekememişti. Hatta ilk kez bir Murakami kitabını neredeyse bırakacaktım. İyi ki bırakmamışım tabii, sonradan olaylar ve olaylara ilgim açıldı. Favorilerimden oldu veya Murakami'nin okuduğum en iyi kitaplarındandı diyemesem de, farklılık arayan veya Murakami seven okurlar için okunabilir bir kitap (bence'si).

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Değişen tek şey, kitaptı. Bir gün Mickey Spillane okurdu; başka bir gün Kenzaburo Oe, başka bir günse Allen Ginsberg. Kitaplarda, ön ve arka kapak dahil, okunmadık tek sözcük bırakmazdı. Okumak demeyelim de, mısır koçanı kemirir gibi kemirirdi kitabı. O günlerde, insanların birbirlerine ödünç kitap vermesi pek olağandı, bu yüzden okuyacak şey bulma sıkıntısı çekmiyordu hiç.'' (Sayfa 12)


''Son derece moral bozucu koşullar içinde kısılıp kalmıştım. Aylar boyu kıpırdayamadım, başka herhangi bir yöne tek bir adım bile atamadım. Dünya, dönmeyi sürdürüyordu; sadece ben, kazık gibi, olduğum yere çakılıp kalmıştım.'' (Sayfa 15)


''Aslında söylemek istediğin şeyi söylemeyi bir türlü başaramıyorsun, demek istediğin bu, değil mi?'' (Sayfa 16)


''Birileriyle ne zaman tanışsam, on dakika sürekli konuştururum. Sonra onların bana anlattıklarının tam zıddını ölçü alırım.'' (Sayfa 49)


''Bütün bu süre içinde bir başkası mı yaşayagelmişti benim hayatımı?'' (Sayfa 55)


''Bu solucan evreninden kurtulmanın tek yolu, başka bir simgesel rüya görmek.'' (Sayfa 85)


''Sinirlenmek yaşamdaki yolumuzu yitirmek demektir.'' (Sayfa 153)


''Gözlerim kapalı, yüzlerce perinin minicik süpürgeleriyle kafamın içini süpürdüklerini hissedebiliyordum. Ha bire süpürüyorlardı, ama boşunaydı. Hiçbirinin aklına bir de faraş kullanmak gelmiyordu.'' (Sayfa 155)


''İnsanların sokaklarda aylak aylak dolandığı milyonluk bir kentin göbeğinde ol da, arayacak kimse bulama.'' (Sayfa 155)


''Artık keşke falan yok. Bunu sen de biliyorsun, değil mi?'' (Sayfa 333)


''Basitliğin yolu hem uzun hem çetindir.'' (Sayfa 342)


''Kumsalın son elli metresinde oturup ağladım. Ömrümde hiç bu kadar çok ağlamamıştım.'' (Sayfa 353)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Koe no Katachi (A Silent Voice\ Sesin Şekli) | Film Yorumu


Yönetmen: Naoko Yamada

Senarist: Yoshitoki Oima, Reiko Yoshida

Yapımı: 2016 - Japonya


''Geçmişte yapılan kötülükler dönüp dolaşıp geri döner. Bu cümle bana yaptıklarının cezasını çekmesi gereken insanların olduğunu öğretti. Ve de dışlandım.''


Kaynak: Pinterest

Nishimiya, işitme engelli bir öğrencidir. Yeni okulundaki ilk gününde bu durumunu sınıfıyla paylaşır. Ishida, Nishimiya'nın sınıf arkadaşıdır ve ona sistemli olarak zorbalık yapar. Nishimiya bu zorbalıkları ne kadar alttan alırsa, Ishida'nın davranışları o kadar baş edilemez bir hal alır. Nishimiya dilsiz olmasa da, işitme kaybına sahip olduğu için kelimeleri düzgün telaffuz edemez. Zamanla sınıfındaki diğer kız ve erkekler de ondan uzaklaşır ve hatta Ishida'nın yaptığı zorbalıklara dahil olurlar. Küçük kız son ana kadar sınıfındaki bu çocuklarla anlaşmak için uğraşır ancak pek çok kez işitme cihazının bozulması ve kaybolması nedeniyle olaya annesi müdahale eder. Nishimiya başka bir okula geçer, Ishida ceza alır.

Sonraki günlerde sanki şartlar tersine dönmüştür. Sınıfındaki, hatta okuldaki, herkes Ishida'dan uzak durur, onu dışlarlar. Ishida tüm ilkokul yıllarını böyle geçirir, yalnız. Tüm bu süreçte Nishimaya'yı aklından hiç çıkarmaz, hatta işaret dilini öğrenir. Bir gün, artık ikisi de liseliyken, Nishimiya ve Ishida'nın yolları tekrar kesişir. Ishida'nın tek isteği yıllar evvel zorbalık yaptığı bu kızla arkadaş olmaktır. Film boyunca iki çocuğun ilkokulda ve lisede yaşadıkları olayları ve aslında bir büyüme hikayesini izleriz.


''Nishimiya'nın kendisini sevmesini istiyorum.''


Filmin ana teması için zorbalık diyebiliriz. Akran zorbalığı malesef ki sık karşılaşılan bir durum. Filmde de bunun en tipik örneği işlenmiş. Diğerlerinden farklı bir özelliği bulunan bir öğrenci, daha atılgan olan diğer bir öğrencinin dikkatini çekiyor. Bu durum vaktinde anlaşılmıyor veya müdahale edilmiyor. Sınıftaki diğer çocuklar da, özellikle de zorbalığa uğrayan çocuk kendini savunmadığı için, diğer ''güçlü'' görünen çocuğun peşine takılıp bu istismarın çemberini genişletiyorlar. Günün sonunda olay görmezden gelinemeyecek kadar dikkat çektiğinde yetişkinler olaya müdahale ediyor ve elbette ''bir suçlu'' bulunuyor. Diğer zorbalar da aradan sıvışıyor. Olan da travma kazanmış mağdur çocuğa oluyor. 

Peki bu noktaya gelmeden ne yapılmalı? Son ana kadar beklemeden müdahale edilmeli pek tabii. Burada tek suçlunun Ishida olmadığını, diğer çocukların da bu zorbalıkta en az onun kadar payının olduğunu görüyoruz. Öte yandan bir suçlu bulacaksak, tek suçlular öğrenciler de değil bana göre. Nishimiya muhtemelen bir kaynaştırma öğrencisi olarak okula geldi ve özel gereksinimli bir çocuk. Onun bu durumunun daha en başta diğer çocuklara bir öğretmen eşliğinde açıklanması gerekliydi. Sonradan sınıfa işaret dili öğretmeni getiriliyor ama o noktaya kadar sınıftaki öğrenciler zaten Nishimiya'yı çoktan dışlamış, ona cephe almış vaziyettelerdi. Hatta Nishimiya ile arkadaş olan bir ''oyunbozan'' çıktığında, o öğrenciyi de dışladılar ve zorbalıklarına dahil ettiler. Çünkü zorbalar hep güçlü tarafta olmak isterler ve ''zayıf'' kabul ettikleri tarafta olan herkese sataşma haklarının bulunduğunu varsayarlar. Bu filmde de çocuklar sırf Nishimiya ile arkadaş olmak istediği için Sahara'yı dışladılar. 

Bu olaya ek olarak özel gereksinimli bir öğrenciye, adı üstünde, diğer çocuklardan daha özenli yaklaşılması gerekir. Bir öğretmenin görevi sınıfta eşit bir ortam oluşturmaktır. Ancak filmdeki sınıf öğretmeninin işitme engeli bulunan öğrencisine sesli okuma çalışması yaptırdığını görüyoruz. Nishimiya ağzından çıkan sesleri işitemediği veya yetersiz işittiği için doğru bir okuma yapamıyor ve sesi de yüksek çıkıyor. Sınıftaki zorbalık yapan öğrenciler de bu fırsatı değerlendirip küçük kızın daha çok üstüne gidiyorlar. Bu noktada öğretmenin ders içinde yanlış uygulamalarda bulunduğunu, zorbalık anında doğru müdahalede bulunmadığını ve zorbalığın büyümesinde istemeden bile olsa katkıda bulunduğunu görüyoruz.

Bunun yanı sıra, olayı tek bir çocuğun üstüne yıkıp bir günah keçisi belirlemek de sorunu kökten çözen bir durum değil; kaldı ki filmde de bunu görüyoruz. Böyle olduğunda hem günah keçisi çocuk ne yaptığını tam olarak anlayamayabilir; çünkü o da kendi kafasında ''ama ben tek değildim'' vb gibi nedenlerle kendi mantığını kurarak ''mağdur'' hissedebilir; hem zorbalık yaptığı kişiye, hem de ona ceza veren yetişkinlere sinirlenebilir. Bu filmde Ishida iyi mizaçlı bir çocuk olduğu için bahsettiğim bu durum yaşanmamıştı; tam tersi, Ishida yaptıklarının hatalı davranışlar olduğunun, Nishimiya'nın çok zorlandığının ve ona hak etmediği gibi davrandığının (kimse ama hiç kimse zorbalık görmeyi hak etmez!) farkına varmış ve geçmişi telafi etmek için içtenlikle emek vermişti. Ancak gerçek hayatta dediğim gibi bu durum her zaman böyle olmayabilir. 

Zorbalık yapan kişi, kaç yaşında olursa olsun, karşısındaki kişiye verdiği hasarın boyutunu anlayacak anlayışa sahip olmayabilir. Zorba kişi için bu zorbalık olayı ''basit, büyütülmeye değmez'' olabilir. Bu noktada, belki de, ''empati'' kavramı üzerinde durmalıyız. Zorba kişilerin kendilerini savunma mekanizmaları, çoğu zaman, aynı durumu kendileri yaşasalar bile mağdur olan kişi gibi tepki vermeyeceklerini ileri sürmeye yönelik oluyor (bunlar bilimsel kayıt değil tabii, gözlemlerim). Ancak bu, empati değil. Empati kavramının anlamını çoğu kişi bilmiyor. Belki sen bile karıştırıyorsundur sevgili okur. Ben karıştırıyordum, ta ki lisansımın 3. yılında aldığım bir derste gördüğüm ''empatik dinleme'' gibi bir beceriyle karşılaşana kadar. 

Empati, kişinin kendini karşısındaki kişinin yerine koyması şeklinde tanımlanır çoğunlukla. Bu noktada şu ayrıntıyı anlamak önemli; ben İlkay olarak kendimi, örneğin Ayşe'nin yerine, Ayşe'nin fiziksel, psikolojik, çevresel vb. tüm şartlarına sahip olarak koymalıyım. Yani ben empati yaparken İlkay olarak Ayşe'nin yaşadıklarını deneyimlediğimi varsaymıyorum, empati yaparken artık İlkay'ı unutup Ayşe oluyorum. Ben İlkay olarak bambaşka şartlarda yetişmiş biri olduğum için Ayşe'nin yaşadıklarını yaşasam bile onunla aynı ölçüde o olaydan etkilenmeyebilirim. Ama Ayşe'nin bedeninden ve zihninden olaylara baktığımı düşündüğümde, işte o zaman ''kendimi karşımdaki kişinin yerine koymuş'' olurum. Çoğu kişi sözümona empati yaparken bu ayrıma dikkat etmiyor. Kendisi olarak karşısındaki kişinin yaşadıklarını yaşadığını varsayıyor ve öyle hüküm veriyor. Oysa empati söz konusuysa, artık ortada sen kalmazsın; sen o karşıdaki kişi olursun. Aksi halde zaten bu bir empati olmaz. Ben olsam ne yapardım, olur. İkisi farklı şeyler.

Peki zorba kişi ne zaman neyin büyütülmeye değip değmeyeceğine dair olması gereken anlayış düzeyine ulaşır? Bunun için en başından çocuğun veya yetişkin bireyin zorba olmamasına yönelik bir eğitim verilmelidir, ki bu noktada malesef bir ütopya hayal etmemiz gerekiyor. Aile iyi bir eğitim verse bile, çevre kişinin bu konuda sağlıklı düşünmesinin ve gelişim göstermesinin önüne geçebilir, kişiyi olumsuz etkileyebilir. Tıpkı bu filmde sırf arkadaşlarıyla gülmek, yani bir takımın parçası olduğunu hissetmek için Nishimiya ile iletişim kurmayı kesen, onu görmezden gelen, daha da fenası onunla alay eden veya fiziksel şiddette bulunan çocukların olması gibi. Bu noktada o çocukların yaptıkları davranışlarının sonucunun ne denli büyük olacağını anlamaları gerekir, gerekir ki büyüdüklerinde bu işin oyun olmadığını bilen ''yetişkinler'' olabilsinler. 

Malesef günümüzde yetişkin kabul edildiği yaşa ulaşmış ama yetişkin bir bireyin sahip olması gereken duygusal zeka gelişimine ulaşamamış pek çok olgun olmayan birey mevcut. Bu kişilerin yaşları orta yaşı geçmiş bile olabilir; yaptıkları eylemlerin gelecekteki etkilerini düşünmeden anlık tatmin duygusuyla ve çoğu zaman kendi fiziksel veya psikolojik yetersizliklerini kapatmak için özellikle sosyal medyada olmak üzere, gerçek hayatta da, zorbalık, mobbing ve hatta taciz boyutunda rahatsız edici söz ve eylemlerde bulunanlar mevcut. Keşke olmasalar ama varlar ve gerekli yaptırımlar uygulanmadıkça da var olmaya devam edecekler. Malesef.

Filmin konusu farkındalık oluşturabilecek, hayattan bir konu. İşlenişi de samimi, duygusal; yer yer hüzünlü, yer yer keyifli. Çizimler ve müzikler de aynı şekilde hoş. Filme dair en sevdiğim ayrıntılardan biri de karakter gelişimlerini gerçekçi bulmam oldu. Örneğin, şimdi isim verirsem spoiler olur o yüzden ''bazı'' diyelim, karakterlerin kişilik gelişimleri yavaş ilerliyordu. Çok kötü, fesat ve bencil bir karakter filmin sonunda iyilik meleği olmuyordu misal. Bu da olaylara gerçekçilik katmış.

Benim sevdiğim bir film oldu. İlgisini çekenlere öneririm. 


Koe no Katachi - Original Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.

Koe No Katachi: Movie - Fragman [TR Altyazılı] izlemek için tıklayabilirsiniz.



Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Aftersun (Güneş Sonrası) | Film Yorumu


Yönetmen: Charlotte Wells

Senarist: Charlotte Wells

Yapımı: 2022 - İngiltere, ABD


- Bence aynı gökyüzünü paylaşıyor olmamız hoş bir şey.

+ Nasıl yani?

- İşte, bazen teneffüste gökyüzüne bakıyorum ve güneşi görüyorsam ikimizin de aynı güneşi gördüğünü düşünüyorum. Böylece ikimiz aynı yerde olmasak bile... aslında beraber olmasak bile... bir bakıma yine de birlikteyiz. Yani ikimiz de aynı gökyüzünün altındayız... beraberiz.


Kaynak: Pinterest


''Harika bir gün geçirdikten sonra eve döndüğünde yorgun ve keyifsiz hissedip hiç hareket edemeyecek gibi hissettin mi? Her yerim ve her şey yorgun gibi. Batıyormuşsun gibi. Bilmiyorum, tuhaf bir his.''


Film, genç bir kadının 11 yaşındayken babasıyla yaptığı Türkiye tatilindeki anılarını anımsamasını konu ediniyor. Babanızla yabancı bir ülkede tatile çıktığınızı düşünün; bu, hele de bir çocuk için, inanılmaz güzel bir anı ve aynı zamanda macera demek olmalı. Sophie (Frankie Corio) de babası Calum (Paul Mescal) ile güzel anlar biriktiriyor. Başlangıçta bir sorun yokmuş gibi görünüyor, hatta kendimizi sadece akışa kaptırsak gerçekten de hiçbir sorun yok gibi. Birlikte tatil yapan ve eğlenen baba kız görürüz sadece. Ancak filmin akışını değil de, boşluklarını izlediğimizde aslında söylenmeyen buruk an(ı)ları fark etmeye başlıyoruz.

Sophie küçük bir kız olsa da, babası da henüz çok genç bir adam. Buradan Calum'un genç yaşta baba olduğu çıkarımını yapıyoruz. Aynı zamanda Sophie henüz çok daha küçükken anne babasının boşanmış olduğunu ve yılın büyük bir kısmında babasından ayrı kaldığını öğreniyoruz. Babasını özleyen küçük bir kız, birlikte geçirdikleri sayılı günleri kamera kaydına alıyor. Bir sürü video çekiyor. Bunlar belli bir amaca yönelik kayıtlar bile değil; ancak anlamlı kayıtlar. Sophie, babasıyla olan anlarını kaydediyor. Onunla konuştuğu, onunla güldüğü anları. Bunu henüz 11 yaşındayken bilinçli olarak yapmıyor muhakkak; ancak çocukken oyun olsun diye aldığı bu kayıtları yıllar sonra babasının o tatillerindeki yaşlarına gelmiş bir kadın olarak izlediğinde, içinde burukluk hissettiğini görüyoruz.

Çocukken mutlu anları daha yoğun yaşarız. Canımızı sıkan, huzurumuzu kaçıran, hatta belki kalbimizi kıran durumlar olsa bile, hemen ardından gelen çocuk bizi avutucu neşe anlarında bu buruk his silinir gider. Bir kez, iki kez, üç kez... Biz büyürken, bazılarımız çok bazılarımız daha az, bu neşeli anların ardında buruk anlar saklarız belki de. Sonra bir bakarız ki, büyümüşüz. Bir bakarız ki, bir zamanlar kolaylıkla yapabildiğimiz bu beceri, çocukluğun bilinçli unutkanlığında kalmış. Sonra da, belki de, tüm bu saklı buruk anlar bir anda karşımızda belirir. Tıpkı yıllar sonra Sophie'nin yaşadığı durum gibi. Öte yandan Calum'un da bunalımda olduğunu fark ediyoruz ancak kızının yanındayken hep ilgili bir baba profili görüyoruz. Ebeveyn olmak kişiye ağır sorumluluklar veriyor olmalı; kendini bile yeri geldiğinde unutması gereken bir sorumluluk. Bu bakımdan filmi bir ebeveynin farklı, bir evladın farklı açılardan görebileceğini düşünüyorum.


''Tamam, artık kamera kapalı. Sadece kafamdaki küçük kameraya kaydedeceğim.''


Usul usul akan ve bana huzur veren bir filmdi Aftersun. Her ne kadar filmin alt metninde üzücü durumlar olsa da, genel olarak baba kızın güzel anlarını izlediğimiz için ve bu anların birinin anıları olduğunu bildiğimiz için, bana nostaljik hisler veren de bir film oldu. Çok severek izledim. Filmin Türkiye'de geçiyor olması biz Türk izleyiciler için ayrıca anlamlı tabii. Ancak birkaç Türkçe kelime ve Türk kültürüne dair halı gibi bazı motifler haricinde Türkiye'ye has özellikler göremiyoruz filmde. Yine de dediğim gibi benim için güzel bir ayrıntıydı.

Hoşça kalın.


AFTERSUN | Official Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

Aftersun (2022) Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Aynalar Cehennemi ve Diğer Öyküler (Edogawa Rampo) | Kitap Yorumu

Yazar: Edogawa Rampo, Çevirmen: Alper Kaan Bilir,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap on iki öykü ve çevirmenin kaleme aldığı bir önsözden oluşuyor. Bu öykülerde genellikle sıradışı denebilecek karakterlerin öyküleri anlatılıyor. Anlatıcı ile ana karakter çoğunlukla aynı kişi değil. Öykülerin anlatıcıları genelde bu olayları yaşadıktan sonra biz okurlara başlarına gelen ilginç bir olayı anlatır gibi anlatıyorlar. Kitabın bende uyandırdığı his, geçen yıl okuduğum Bora Chung'un kaleme aldığı Lanetli Tavşan kitabındaki öykülerin verdiği his ile benzerdi (bahsi geçen kitabı burada yorumlamıştım). Bu benzerliği hissetmemin nedeni her iki kitaptaki öykülerin de okuru rahatsız etme amacıyla insanın karanlık noktalarını ortaya koymalarıydı. Ancak Lanetli Tavşan'da hissettiğim buram buram rahatsız olma, hatta iğrenme, hissi bu kitapta yoktu. Yine rahatsız oldum ancak bu kitapta hissettiğim rahatsızlık hissine merak duygum da eşlik etti.

Kitabın ''Japonya'da Devrimler Çağı ve Grotesk'' başlıklı önsözünde Japonya'da meydana gelen yenileşme hareketlerinde temel alınan düşünce biçimi ve ilkelere kısaca değinilmiş ve kitabın yazarı Edogawa Rampo'nun bu modernleşme hareketlerinin doğurduğu veya açığa çıkardığı modern insanın karanlık yönlerine dair yazdığı öykülerdeki ana noktalar ifade edilmiş. Gerçek adıyla Taro Hirai olan Edogawa Rampo, takma (sahne) ismini Edgar Allan Poe'ya olan hayranlığından almaktaymış. Yazar Japon polisiyesinin kurucularından kabul edilmekteymiş; hatta Japonya Polisiye Yazarları Derneği'nin 1955'ten beri her yıl verdiği ödülün adı da bu nedenle Edogawa Rampo Ödülü ismine sahipmiş. Özetle modern Japon edebiyatının temeli için önemli bir isim diyebiliriz.

Bu öykülerinde de evet suç-polisiye teması işlenen temalardandı. Ancak ben öyküleri okurken o kaçma kovalama şaşırtmalı buram buram polisiye hissini de alamadım ne yalan söyleyeyim. Evet, yine merak ettim; evet, yine suçlular ve onların karmakarışık psikolojisi odak noktasıydı; evet, olaylar çetrefilli ve rahatsız edici noktalara da kaydı. Ancak ben öykülerdeki olayları, başta da özellikle vurguladığım gibi, gizem-polisiye türünde sınıflandırmaktan ziyade, rahatsız edici şeklinde nitelemeyi daha uygun görüyorum. Çünkü öykülerde işlenen suçlar polisiye tarafından değil de, suçlunun psikolojisi açısından işleniyor ve ilerliyordu. Ki bu noktada da hiçbir sorunum yok. Sadece bir okur olarak neyi beklemeliyiz olayını vurguluyorum. Çünkü ben bir okur olarak polisiye okuyacağımı zannediyordum ancak daha çok psikoloji temasının ağır bastığı öyküler okudum (psikoloji-gerilim bile değil; dümdüz psikoloji).

Anlatım sade olmakla birlikte, okuduğum diğer Japon edebiyatından kitaplara nazaran canlı ve ayrıntılı betimlemelere sahipti. Kurgular sürükleyici ve acaba ne olacak sorusuyla birbiri ardına bana öyküleri okutan cinstendi. Bu noktada olumsuz eleştiri getireceğim kısım, öykülerin anlatıcısının olay akışına sıkça müdahalede bulunmasıydı. Bu durumun nedeninin de kitaptaki öykülerin genel olarak 1920'li yılların ortalarında (1925-26 tarihli öyküler çoğunluktaydı) yazılmış olması, yani eski tarihli olmaları olabileceğini düşünüyorum. Favori öykülerim ise; Aynalar Cehennemi, İnsan Koltuk, O-Sei Sahnede, Kırmızı Oda, Psikolojik Test, İki Sakat isimli öyküler oldu. Bu öyküleri benim gözümde öne çıkaran durumlar ise hem polisiye kısmına ağırlık vermeleri, hem de beni şaşırtmalarıydı.

Benim genel olarak beğendiğim bir kitaptı. Özellikle de kitap okuyamama dönemlerinde olsun, aman dur kafamı dağıtayım aralarında olsun tercih edilebilecek bir kitap diye düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Modern insan canavarlara inanmamayı huy edinmiş. Kendi içindeki yabanıl, kadim, delice şeylere bakmamaya alışmış. Fakat kazayla, tesadüfle ya da bir hileyle, gözümüz o saklı yere ilişebilir. O zaman ne olur? Edogawa Rampo, verdiği eserlerde bu soruya cevap aradı.'' (Sayfa 16 - Çevirmenin Önsözü - Japonya'da Devrimler Çağı ve Grotesk)


''Aşkımın en güzel kanıtı da, aşkımı gizlice yaşamaktansa varlığımı o hanıma belli etmeyi istememdir.'' (Sayfa 56 - İnsan Koltuk)


''O bir sanatçıydı, duyularının normal bir insanın duyularından daha keskin olduğuna emindim.'' (Sayfa 56 - İnsan Koltuk)


''Artık herkese karşı, sürekli numara yapmak alışkanlık halini almıştı.'' (Sayfa 63 - O-Sei Sahnede)


''Dünyadaki her şeyden ziyade, kendi adımlarımın güvensizliği korkutuyordu beni.'' (Sayfa 81 - Mars Kanalları)


''Korku da öyle bir şeydir ki insanın uğraşacak başka meşgalesi olmayınca büyür de büyür, tüm bedenini kaplar.'' (Sayfa 96 - Kumaş Resimle Birlikte Yolculuk Eden Adam)


''Belki de deliyimdir.'' (Sayfa 116 - Kırmızı Oda)


''Doğaya yüz vermeyen adamlar, eninde sonunda tabiatla karşılaşınca onun görkemine bilhassa kuvvetlice çekilirler.'' (Sayfa 144 - Zehirli Ot)


''Keşke o günlerde daha cesur olsaydım...'' (Sayfa 221 - Monogram)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



İl Mare (Siworae\ Göl Evi) | Film Yorumu


Yönetmen: Lee Hyun-seung

Senarist: Eun-Jeong Kim, Ji-na Yeo

Yapımı: 2000 - Güney Kore


''İnsanın asla saklayamayacağı üç şey vardır: öksürük, sefalet ve aşk. Bunlardan birini ne kadar saklamaya çalışırsan çalış kendini belli eder. Ama yine de saklamaya çok istekli olduğumuz zamanlar vardır. Oturup ağlamak istiyorum... ta ki, bir damla gözyaşım kalmayıncaya kadar.''


Kaynak: Pinterest


''Biliyorum, ummamalıydım. Ama hayatım boyunca hep hayal kırıklığı yaşadım. Umursadığım bütün insanlar benden o kadar uzaklar ki!''


Film, aralarında iki yıl uzaklık bulunan iki kişinin mektuplaşmalarını konu ediniyor. 1999 yılının son günlerini yaşayan Eun-joo (Jun Ji-hyun), gölün kıyısındaki evinden ayrılırken evin yeni sahibine bir not bırakır. Genç kadının bıraktığı bu not evin iki yıl önceki sahibi, 1997 yılının sonundaki, Sung hyun'un (Lee Jung-jae) eline ulaşır. Her ne kadar tuhaf olsa da, ikili yaşadıkları bu durumu kabullenip evin posta kutusu aracılığıyla mektuplaşmaya başlarlar. İkisinin de kendi dertleri vardır ve fizik kurallarını aşan bu arkadaşlık ikisine de iyi gelir. Film boyunca bu iki kişinin kurdukları iletişimin hem kendi hayatlarını, hem de birbirlerinin hayatlarını nasıl etkilediğinin hikayesini izleriz.


Kaynak: Pinterest

Filmi bir sinema sayfasında görüp kaydetmiştim. Gördüğüm gönderide yukarıda da yer verdiğim fotoğrafta yer alan göl evinin büyüleyici manzarası vardı. Bu nedenle konusunu bile bilmeden filmi izlemeyi kafama koymuştum. Hayatımda çok nadir bir filmin sonuna karışmak istemişimdir. Ciddiyim, bir film veya kitap, mutsuz veya ucu açık bir sonla bittiğinde bile ben kızmam veya bozulmam (en azından çok fazla?). Oysa bu filmi izlerken hep ''lütfen mutlu bir sonları olsun'' diye mırıldanıp durdum. Sana spoiler vermeyeceğim sevgili okur ama filmin beni başından sonuna kadar nasıl etkilemiş olduğunu verdiğim bu örneği de öne sürerek belirtmeliyim.

Filmin sevdiğim o kadar çok sahnesi var ki... Hangi birinden bahsetmeliyim bilmiyorum. İkilinin mektuplaşırken yaşadıkları heyecan, Sung hyun'un Eun-joo'yu geçmişte gördüğü ilk an ve o anda yaptığı tatlı şapşallıklar, ikisinin farklı zamanlarda olsalar da bir aradaymış gibi geçirdikleri gün... Tüm bunları izlemek yüzümde tebessüm, kalbimde burukluk oluşturdu. Ancak tüm bunlar bir yana, sanırım beni en çok etkileyen durum Sung'un geleceği bekleyişi ve Eun-joo'nun geçmişi yönlendirmek için çabalayışı oldu. 

Daha sonra bu filmin, başrollerinde Keanu Reeves ve Sandra Bullock'un yer aldığı 2006 ABD yapımı başka bir uyarlaması da yapılmış. O film, filmin orijinal versiyonu olan 2000 yılı Güney Kore yapımı bu versiyonundan daha popüler gördüğüm kadarıyla. Daha sonra, Keanu Reeves'i çok sevdiğim için, filmin o uyarlamasını da izleyeceğim. Belki sen de filmin hikayesini bahsettiğim uyarlaması ile tanımışsındır diye kısa bir not geçmek istedim.

Özetle, benim çok severek izlediğim bir film oldu. Romantik filmleri seviyorsan, zaten bu filmi kesin seversin diye düşünüyorum. Romantizm mi o da ne, diyorsan da; evet geri durman iyi olabilir belki... Çünkü bu gerçekten romantik bir film! Ama yine de, aşkı görmek isteyen herkes bence filme bakabilir.

Hoşça kalın.


OST / Il Mare dinlemek için tıklayabilirsiniz.

Il Mare Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.



Yıldız Gezgini (Jack London) | Kitap Yorumu

Yazar: Jack London, Çevirmen: Fadime Kahya,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap, bir mahkumun hapishanede hücre cezası aldığı günlerde yaptığı zihinsel yolculukları anlatıyor. Meslektaşını öldürerek müebbet hapse mahkum edilen profesör, başka bir mahkumun iftirasına uğrayarak sadece en ağır suçluların atıldığı hücre cezasını alıyor. Bu hücrede iletişim kurabildiği yegane kişiler diğer hücre mahkumları olan Ed Morrell ile Jake Oppenheimer. Bu üç suçlu kendi aralarında geliştirdikleri dil ile duvara vurarak iletişim kuruyorlar. Bunun dışında birbirleriyle konuşamaz, dışarıdan haber alamaz, hatta gün ışığını bile göremezler. En fenası ise gömlek cezaları. Deli gömleğine hiç boşluk kalmayacak şekilde sıkıca sarıldıkları saatlerde mahkumların tüm uzuvları uyuşacak kadar çok hasara uğruyor.

Ed Morrell bu cezalarla baş etme yöntemi olarak astral seyahate çıktığını profesöre anlatıyor. Bunu yapmak için tüm bedenin uyuşması ve bir nevi beden ölümünün gerçekleştirilip tam bir zihinsel farkındalığa geçilmesi gerektiğini söylüyor. Yine uzun saatler gömlek cezası aldığı bir günde profesör Standing hücre arkadaşının ona verdiği taktiği uygulamayı deniyor. Gerçekten de yavaş yavaş tüm bedeninin uyuştuğunu ve mecazi olarak öldüğünü hissediyor: Sadece zihni kalana kadar. Geriye sadece ben bilinci kaldığında ise arkadaşı gibi astral seyahat yapmak yerine başka benliklerinin yaşamlarına dair görüntüler görüyor. Kitap boyunca da profesörün geliştirdiği bu zihinsel taktik ile başka zaman ve mekanlarda var olmuş diğer yaşamlarının anılarını okuyoruz.

Jack London'un zamanının, hatta şu anda 2025 yılındaki bizlerin de zamanının, ötesinde bir bilinç ve zihin yapısında bir yazar olduğunu düşünüyorum. Son dönemde onun kaleme aldığı kitapları art arda okudum ve okuduğum kitaplarında genel olarak bilinç nedir meselesi üzerinden hareketle kurguladığı metinlerle karşılaştım. Kitapta karakterin yaşadığı durum reenkarnasyon deneyimleri veya paralel evrenler gibi mistik, fantastik veya bilimkurgusal bir yerden anlatılmıyordu. Karakterin yaşadıkları direkt olarak zamanın ve mekanın iç içeliğini ve şu andalığını, evet her şeyin şimdi ve şu andalığını vurgulayan bir yerden, bilincin ne olduğu veya olabileceğinden yola çıkarak anlatılıyordu. Karakter paralel evrenlerde veya zamanlarda seyahat etmiyordu; iç içe geçmiş benliklerini anımsıyordu.

Karakterin yaşadığı durumun kalp ritminin aşırı yavaşlaması sonucu gerçekleşen bilinç kaybında gördüğü sanrılar olduğunu düşünmek de mümkün. Belki de ''gerçekçi'' bir pencereden bakarsak, kurgu yine ilginçliğinden bir şey kaybetmemekle birlikte, bu mantığa dayandırılabilir okurlar nezdinde. Ancak ben yazarın direkt olarak kitapta yazıldığı gibi, her şeyin şu anda zaten var olduğu, yalnızca maddenin şeklinin zamana bağlı olarak şekillendiği ve bu nedenle de anda görebildiğimiz ve anda deneyimlediğimizi bilinçli zihinle idrak edebildiğimiz benliğimizin ve gerçekliğimizin altında, belki de bilinçaltımızda, tıpkı karakterin deneyimlediğine benzer bir şekilde yaşamın büyük patlamadan itibaren tüm kaydının bulunduğunu kastettiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedeni ise karakterin bilincini kaybettiği anlarda gördüğü yaşamlarına dair bazı somut kanıtların gerçekten de tarihte var olduğunu dile getirmesi. Tabii belki de bu da tıpkı Jake Oppenheimer'ın dediği gibi (bu karakter atom bombasının babası olan Julius Robert Oppenheimer değil, ben de başta o sanmıştım ama soyadı benzerliği) zihnin başka bir oyunu, bellek dediğimiz bir diğer ilginç kavramın mini gösterisi olabilir. Kim bilir...

Yazar bu kitabı yazarken San Quentin Hapishanesi'nde beş yıl ceza çekmiş arkadaşı Ed Morrell'dan ilham almış. Yazarın kitabındaki karaktere direkt olarak arkadaşının adını vermesi ayrıca onore edici bir durum diye düşünüyorum. Öte yandan kitapta hapishanedeki yaşam koşullarının kötülüğü, çalışanların ve halkın (yazara göre) vicdan-eylem anlamındaki ikiyüzlülüğü de eleştirilmiş. Kitap tek bir kurgunun içinde aslında birçok kurguyu barındırıyor. Ana kurgudan çatallanan bu diğer kurguları da karakterin yaptığı zihin yolculukları şeklinde okuyoruz. Karakter kah Asya'da bir yabancı, kah ıssız bir adada mahsur kalmış kazazede, kah göç eden bir çocuk, kah aşkıyla inandıkları arasında kalan bir adam oluyor. Bu alt kurguları tasarlamak da en azından temel düzeyde bir tarih bilgisi ve yüksek düzeyde hayal gücü gerektiriyor diye düşünüyor ve yazara bir kez daha hayran oluyorum. Gerçekten müthiş biri. Yıla onun bir kitabını okuyarak başlamak da benim için güzel oldu tabii.

Gerçekten yıldızlar arasında ve onların ötesinde seyahat etmek mümkün müdür bilmem ama Yıldız Gezgini adıyla ayrı, içeriğiyle ayrı beğendiğim bir kitap oldu. Keşke filmi veya dizisi yapılsa da izlesek. Kitap bile başlı başına film gibi canlı görüntülere sahipti benim için.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Zeki insanlar zalimdir. Aptal insanlar ise canavarcasına zalimdir.'' (Sayfa 9)


''...güçlü beyinlere asla söz geçirilemeyeceğini kavradım.'' (Sayfa 41)


''Düşünüp inanman gereken, bedenin ayrı ruhun ayrı şeyler olduğu.'' (Sayfa 72)


''Taş duvarlarla demir kapılar bedenleri içeride tutmak için. Ruhu içeride tutamazlar.'' (Sayfa 73)


''Ben bendim, bundan emin ol. Ama ben Darrell Standing değildim.'' (Sayfa 89)


''Görüyorsun, Pons, dünya öyle kötü bir yer ki yaşam çok hüzünlü, herkes ölüyor ve ölecek... hatta öldüler. Bu yüzden insanlar bugünlerde benim gibi bu kötülükten ve hüzünden kaçmak için şaşkınlık uyandıran şeylerin, hiçbir şeye aldırmayan çılgınca eğlencelerin peşinde koşuyorlar.'' (Sayfa 93)


''Mantıksızlığının bana bütün işkencelerine katlanmaktan daha çok acı verdiğini söylediğimde bana inanacağına güveniyorum.'' (Sayfa 167)


''Çabuk şeyler ucuzdur.'' (Sayfa 198)


''Biçim yok olur. Maddenin belleği yoktur. Yalnızca ruh anımsar.'' (Sayfa 219)


''Yine de insanoğlu, en tuhaf ve ne yapacağı kestirilemeyen bir yaratık.'' (Sayfa 288)


''...yüreğimi sağlam tuttuğum sürece er geç buradan kurtulurdum.'' (Sayfa 293)


''Ölümcül günahları icat etmek için, maddeye egemenliğinin yardım ettiği hayal gücüyle insanoğlu gerekiyordu. Daha aşağı hayvanlar, öteki hayvanlar günah işlemeyi beceremezler.'' (Sayfa 336)


''Ölüm diye bir şey yok. Yaşam ruhtur ve ruh da ölemez. Yalnızca et ölür ve geçip gider, hep kendisini belirleyen kimyasal maya, hep plastik, yalnızca akışkana dönüşmek için daima billurlaşan, yeni ve farklı fani biçimler almak için billurlaşıp sonra yeniden akışkana dönüşen bir sürünme. Bir tek ruh kalır ve yukarıya, ışığa doğru ilerlerken kendisini ardışık ve sonu gelmez yeniden doğuşlar içinde oluşturmayı sürdürür. '' (Sayfa 339)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Kitap Alışverişi

Kendime hem yeni yıl, hem de doğum günü hediyesi olarak kitap ve defter alışverişi yaptım. Ve işte o alışveriş, bu alışveriş.

Öncelikle mini bir bilgi notu eklemeliyim. Zaten şu anda bu yazımı okuyan herkes (herhalde??) bunu biliyor ama kayıtlara geçmesi için ayrıca belirtmeliyim, bu yazımda site, marka vs isimlerine yer verecek olsam da herhangi bir reklam, işbirliği vs yok. Hepsini kendi paramla aldım. 


Gece Yarısı Tüm Aşıklar, youtube'dan takip ettiğim bir kanal olan Zeynep Hantik kanalının 2025 yılı için kurduğu kitap kulübünün ilk kitabı olarak belirlendi. Kitap kulübünden bahsettiği video için tıklayabilirsiniz. Kendisi instagramda da aktif ama ben daha çok youtube videolarını izliyorum ve çok da seviyorum. Benim için güvenli alan gibi bir yer kanalı. Yıl boyunca belirlenen her kitabı okur muyum bilmiyorum ama en azından kulübün ilk toplantısına katılmak ve ilk kitabı okumak istediğim için kitabı temin ettim.

Her Şeyin Hikayesi, yine kitap videoları çeken bir kanalda görmemin muhtemel olduğu, bir kenara okumak için not aldığım kitaplardan birisiydi. Kitabı merak etmemin ve okumak istememin tek bir sebebi var: Ağaçlardan bahsetmesi. Umarım beğenirim çünkü umutluyum.

Patti Smith kitaplarını ise Patti Smith'in tüm kitaplarını okumak istediğim için aldım. Geçtiğimiz yıl Çoluk Çocuk isimli kitabını okumuş bayılmıştım. Kitaplarını set halinde alınca daha uyguna geliyordu bu nedenle elimde 2. bir Çoluk Çocuk daha olmuş oldu. Onu da sonra çevremden birisine hediye edeceğim. Patti Smith aslında bir müzisyen ancak kaleminin de kendine has ve güçlü olduğunu düşünüyorum. Onu okurken içimde sakuralar açıyor.

Dediğim gibi bu bir reklam değil ama merak edenler için söyleyeyim, alışverişimi Kitap Sepeti'nden yaptım. O siteye üyeliğim vardı ve orayı seçmemin nedeni de bu. :) Kitaplar iki güne elime ulaştı. Hızlı ve (hemen hemen) hasarsız bir alışverişti (Patti Smith kitaplarının yanları hafiften sürtülmüş ama sorun değil), genel olarak memnunum. Zaten genelde bu siteyi kullanıyorum. Çünkü evet evet üyeliğim var falan filan. Tek mızıltım kargo fiyatına olabilir. Toplu alışverişlerde çok gözüme batmıyor ama az bir şey alsam kargo parası çok gelebilirdi. Takıldığım ve içime oturan diğer bir nokta ise kitap fiyatlarının her yerde pahalı ve üç aşağı beş yukarı benzer olmasına karşın, elime ulaşan Patti Smith kitaplarında eski etiketlerin olmasıydı. Yani madem kitaplar o kadar pahalı artık bari eski etiketleri kapatın da iyice enayi gibi hissetmeyelim Allah Allah...


Bundan sonra göstereceklerimi Trendyol üzerinden aldım. Bu kutuda defterlerim var. Matt Notebook'un defterlerini çok seviyorum. Günlüklerimi ve benim için önemli şeyleri not aldığım defterlerimi hep buradan aldım. Bu alışverişim bu markadan üçüncü alışverişim oldu yanılmıyorsam ve her seferinde hem hediye olarak küçük bir defter gönderdiler, hem de özenli bir paketleme yaptılar. Böyle şeyler kendimi özel hissettiriyor. Böyle olun eyyy markalar, dükkanlar! Müşterilerin kalbini kazanmak çok basit aslında. Hele de benim gibi tatlı defter aşığı falansanız. 

Dediğim gibi şu üstteki küçük defter, ayraç ve yuvarlak kartpostal hediye gelmiş.


Bunlar da aldığım defterler. Bu defterler zaten böyle ikili satılıyorlar.


Hayatımda daha evvel hiç ajanda kullanmadım. Bu yüzden umarım paramı havaya saçmamışımdır. Bu ajandanın içini falan çok sevdim. Dışı da aynı şekilde tatlı bir pembe. Her şeyi pembe aldığımı da kargoyu açınca fark ettim bu arada, planlı değildi. Sadece tatlı şeyler almak istemiştim ve elim bu renge gidivermiş. İyi de olmuş, içim açıldı. Kalemi hediye göndermişler. Çok kalp kalp. Bu arada yine reklam değil ama belki almak, aratmak, bakmak isteyenler çıkar diye yazayım. Ajandayı yine Trendyol üstünden Victoria's Journals'tan aldım. 


Eveeett, bu kadardı. Güzel günlerde okumam ve kullanmam, sonra da bu deneyimlerimi sizlerle paylaşabilmem dileklerimle. Hoşça kalın. İçlerinden ilginizi çekenler varsa yorumlarda buluşalım.

Bu arada param falan da bitti falan ama daha dün çok güzel bir haber aldım. Sevgili Melisa Kesmez'in yeni bir kitabı ocak ortalarından sonra çıkıyormuş. Keşke yılın başında çıksaydı da onu da alsaydım dedim :((( Yani aklım hala almadıklarımda!




Popüler Yayınlar