Kiraz Çiçekleri (Yasunari Kawabata) | Kitap Yorumu

Yazar: Yasunari Kawabata, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Can Yayınları

Kütüphanede karşıma yazarın iki kitabı çıktı. Biri Karlar Ülkesi, diğeri şimdi yorum yazısını yazdığım Kiraz Çiçekleri. Aslında Karlar Ülkesi hava durumuna çok daha uygundu ama bu kitabı gördüğümde onu okurken Japonya'nın o pembe beyaz kiraz çiçekleriyle açmış ağaçlarının altında yürüdüğümü düşleyebileceğimi düşündüm ve bu düşünce bile başlı başına kalbime sakuralar yağdırdı.

Kitaba kiraz çiçeklerinin açtığı bir günde giriş yapıyoruz. Dallarda çiçekler belirmişken, Chieko onları içindeki hüzünle karışmış bir hayranlıkla izler. Chieko genç bir kızdır ve içinde tüm varlığında hissettiği bir hüzün sızlar. Bu hüznün adı, yalnızlıktır. Chieko bebekken terk edilmiş ve onu bulan kimono ustasının evlatlık kızı olarak büyümüştür. Bu ailenin tek çocuğu olan Chieko, gerçekten de özenle yetiştirilmiş çok güzel, becerikli ve duyarlı bir kızdır. Ancak terk edilmiş olma hissini bir türlü yüreğinden söküp atamaz. Bir gün bir arkadaşıyla yine kiraz çiçeklerini seyre dalmışken, ona tıpatıp benzeyen bir kızla karşılaşır. Bu kız, Chieko'nun ikizi Naeko'dur. Kitap boyunca Chieko'nun iç dünyasıyla iç içe geçmiş hikayesini okurken, arka planda ise Batı'nın getirdiği yeniliğin kimono zanaatine yansımasının etkilerini okumaktayız.


Kitabı çok sevdim. Bunun en önemli nedeni, bana tam da o umduğum hissi vermesi ve içimde sakura fırtınası çıkarmasıydı. Hatta itiraf etmek gerekirse, kitabı bu kadar çok beğeneceğimi ve elimden bırakmak istemeyeceğimi düşünmemiştim. Kiraz Çiçekleri, Yasunari Kawabata'dan okuduğum ilk kitap olduğu için yazarın anlatımına dair bir düşüncem yoktu. Ancak o nasıl canlı betimlemelerdi öyle... Tüm o zamanın akışıyla değişen doğa manzaralarını çok net bir şekilde, adeta karakterin gözlerinden bu kurgusal evrene bakarak görebildim desem abartmış olmam. Sade ama lezzetli betimlemelerle okuru olan beni adeta Kyoto'ya çekip Japonya'nın havasını soluttu yazar.

Karakterler ise detaylı ama sıkmayan, her yönüyle görebileceğimiz şekilde ancak gereksiz uzatmalara yer vermeden anlatılmıştı. Çok iyi veya kötü, kahraman veya kurban yoktu bu kurguda. Aslında şu ana kadar okuduğum her Japon Edebiyatı'ndan eserde olan durum bu kitapta da karşıma çıktı: Karakterler sıradan insanlardı. Sıkıntıları, zaafları, hayalleri olan insanlar! Bir kurtarıcı gelmiyordu, ancak iyi talih ümidi hep kalplerindeydi. Ve Chieko ile Naeko... Farklı iki dalda açmış bahar menekşelerim. Belki de en çok da onlar için sevdim bu kitabı, bilmiyorum. Keşke arkadaşım olsalardı diye bile düşündüm.

Ayrıca kitabın en büyük özelliklerinden birisi, Japon kültürünü çok net ve kurguya yedirilmiş bir şekilde detaylıca anlatmasıydı diyebilirim. Japonya'daki, Kyoto'da gerçekleşen, önemli festivaller ve önemli gezi noktaları karakterlerin gezileri şeklinde, tabi ki kitabın basıldığı yıl olan 1962 yılını gözeterek, okura anlatılmaktaydı. Batılılaşmanın getirdiği endüstrileşme ile birlikte kimono üretiminin de zanaat olmaktan yavaş yavaş çıkıp seri üretime dönmesi yazarın eleştirdiği noktalardan birisiydi. Chieko'nun babası Takichiro bu zanaatçilerden biri olarak seri üretim faaliyetlerinin tasarımların ruhunu kaybetmesine neden olduğunu savunmaktaydı. Kitabı okurken ona hak vermeden edemediğimi söylemeliyim. Japon kültüründe yer alan bu hislere dayalı ve biraz da mistisizme kayan soyut durumlara verdikleri değeri gerçekten takdir ediyor ve seviyorum. Bu değerleri ile gerçekleştirdikleri işlerin, mekanların ve etkinliklerin ruhu olduğuna ise kesinlikle katılıyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Chieko tapınağın girişinden geçtiği anda kiraz çiçeklerinin kızıla çalan sıcaklığının yüreğinin derinliklerine işlediğini hissetti.'' (Sayfa 17)


''Ben mi mutluluk saçıyorum?'' dedi Chieko. Bir an gözlerinde hüzün belirip kayboldu. Başını aşağıya eğmişti, sadece göletin suyu gözlerine yansımış da olabilirdi. (Sayfa 22)


''Hislerini bastırıp köreltmek niyetinde misin?'' (Sayfa 28)


''Babamı anlayabiliyor musun?'' 

''Pek değil.'' (Sayfa 40)


''İnsan böyle bir yerde yaşayınca kendini Heian Tapınağı'nın çiçekleri altında bile yalnız hissedebilir.'' (Sayfa 41)


''Eski meseleleri kurcalama artık. Bu dünyada ne zaman nereye mücevher düşeceği belli olmaz.'' (Sayfa 47)


''Ben Batılı sözcüklerle ifade edilen şeylerden nefret ederim. Japonya'da Eskiçağ'dan beri sözcüklerle ifade edilemeyecek renkler var işte!'' (Sayfa 51)


''Omuro'nun şafak çiçekleri olarak bilinen sekiz katmerli kiraz çiçekleri geç açar. Belki de Kyoto'nun ilkbahar çiçeklerinin vedası gibidir.'' (Sayfa 57)


''Çiçekler canlıdır. Kısa bir ömürleri olur gerçi. Ertesi yıl tekrar tomurcuk verirler... Ama gerçekten canlıdırlar, tüm doğanın canlı olduğu gibi...'' (Sayfa 61)


''Servilerin hepsi eğilip bükülmeden dimdik yükseliyor. İnsanların karakteri de keşke öyle olsa diyorum kendi kendime.'' (Sayfa 78)


Chieko yüzünü iç bahçeye çevirip bir süre suskun kaldıktan sonra, ''Bu akçaağacınki gibi bir güç değil benimki...'' dedi, sesi hüzün yüklüydü. ''Olsam olsam akçaağacın gövdesinde açan menekşe olurum. Menekşeler ne zaman döküldü, farkına bile varamadık.'' (Sayfa 79)


''Asla unutmayacağım, ömrüm boyunca unutmayacağım... İnsan dediğin sahiden de yüreğiyle yaşar.'' (Sayfa 89)


''O iki menekşenin hiç buluşamayacağını sanmıştı, bu akşam onlar da yan yana gelmişler miydi acaba? Chieko fenerin aydınlattığı iki menekşeye bakarken yine ağlamaklı oldu.'' (Sayfa 104)


''İnsan neden çıkmış ki ortaya? İnsanlar çok korkutucular...'' (Sayfa 123)


''...hangi çiçek olursa olsun, baktığın zamana ve yere göre içinde bazı duygular canlandırabilir.'' (Sayfa 137)


''Bir hayali ne tekmeleyebilir ne ayağının altına alabilir ne de kovabilirsin. Ancak, kendin yıkılır kalırsın.'' (Sayfa 178)


''Mutsuz musun Naeko?'' 

''Değilim, sadece yalnızım.'' (Sayfa 187)


''Naeko, sen bu hayal sözcüğünü çok kullanıyorsun.'' (Sayfa 188)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Hayalperestler (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Emre Ülgen Dal,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Patti Smith, kendi dilini anlatan bir yazar. Evet, kendine has bir dili olan bir yazar demedim; kendi dilini anlatan bir yazar dedim. Hayal dünyasını, kelime ve imge dünyasını ve nihayetinde tüm bunların oluşmasını sağlayan benliğini, anıları aracılığıyla içtenlikle anlatıyor. Hayalperestler isimli bu kitabında ise kendisinin çocukluk yıllarına, henüz tam zamanlı bir çoban olduğu o hayal toplayıcı özgürlük zamanlarına yolculuk yapıyoruz. Yazar İngilizce ''woolgatherers'' sözcüğünün çift anlamlılığını kullanarak aslında okurlarına anlattıklarına dair bir perspektif sunmuş. Bu kelime hayalperest kişi ve yün toplayıcı anlamlarına geliyor. Çoban olan atalarının deneyimlerini iç dünyasında kendini gösteren bir çeşit hüzün ve özlem hisleri ile keşfeden Patti Smith, bu özlemini yazdıkları ve çizdikleri yoluyla dışa vurduğunu söylüyor.

Bazen içimizde ne olduğunu tanımlayamadığımız bir kaybolmuşluk,  aslında derinlerde, olmayan bir şeye özlem hissini hissedebiliriz. En azından ben de aynı yazar gibi bu gerçekten şudur denilerek net çizgilerle tanımlayamadığım hissi yaşamım boyunca hissettim. Belki de bu, bir ''yün toplayıcı'' olmanın getirdiği bir özelliktir; bilmiyorum. Yün toplayıcılar, gerçekten de havada uçuşan bir şeyleri toplarlar. Toplamak şart değildir; ancak bu şeyler o kadar parıltılı, o kadar ilgi çekicidir ki, bir yün toplayıcının çocuksu bir heyecanla ona çekilmemesi mümkün olmaz, olamaz. Çünkü bir yün toplayıcı, belki de, sadece anımsayan kişidir. Özlemlerini, hüzünlerini ve gökteki akşam yıldızını ilk keşfettiği anı... Çocukluğunu başka biri olarak görmeyen kişidir.

Bu kitabıyla birlikte Patti Smith'e bir kez daha hayran oldum. Kitabında çocukluğundaki bazı anlarına yer veriyor aslında. Bunların bazıları anı diyebileceğimiz gibi daha çizgileri belli olmakla birlikte, bazıları biraz daha dağınık ve daha çok his-düşünce temelli yazılmış. Bu nedenle belki bazı okurlar kitabın anlatımını veya anlatım düzenini dağınık bulabilirler. Oysa benim kitabı sevme nedenlerimden biri de buydu. Çünkü olayın özüne de uyan bir anlatım düzeni bu. Sonuçta bir yün toplayıcı (hayalperest), anlar arasında gezintiye çıkabilen bir gezgindir. Ayrıca kitapta Patti Smith'in çocukluğundan ve dünyasından çeşitli fotoğraflara yer verilmiş. Kitabın kapağının içeriğine olan tatlı dokundurmasına bayıldığımı ise eklemeliyim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Hep bir kitap yazacağımı hayal etmişimdir; kısacık da olsa, insanı kendi dünyasından çekip alacak, ölçülüp biçilemeyen, hatta sonradan hatırlanamayan bir diyara taşıyacaktı.'' (Sayfa 3)


''...aniden korkunç güzel bir şeye dönüşüveren küçük şeyler için gözümü dört açmıştım.'' (Sayfa 4)


''Ben bazen kendimi otların arasına bırakıverir, oradan uzun uzun gökyüzüne bakardım. Yaratılışın tüm öyküsü sanki gökyüzüne çizilmiş gibiydi.'' (Sayfa 9)


''Hayalperestin tam olarak ne olduğundan emin değildim, ama kulağa önemli bir görev gibi geliyordu; tam bana göre işti yani.'' (Sayfa 12)


''Görevim, bir tutam yün gibi uçuşan düşünceleri rüzgarın pençesinden kurtarmaktı.'' (Sayfa 12)


''Küçükken, başka bir yerlerden gelme duygusu ile coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. İçimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkartırız. Göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız. Ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. Bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir.'' (Sayfa 15)


''Belli bir şey için dilek tutmak ya da sadece bilmeyi istemek. Üzerine üflersiniz; mumlara, yıldızlara... Her neyi arzuluyorsanız.'' (Sayfa 16)


''Saçma sapan bir şeydi, ama ona bayılırdım.'' (Sayfa 28)


''Kendi yoluma gittim; ancak bir şey kalbime dokunur gibi oldu.'' (Sayfa 35)


''Gecenin ortasında uyandım. Başımın üzerinde, tavandaki pencerenin arkasında ay duruyordu; capcanlı, altın rengindeydi. Korksa da, kararlılığını yitirmemiş bir savaşçının kalkanı gibiydi.'' (Sayfa 37)


''bir kase suda yüzen çiçekler gibiydim.'' (Sayfa 38)


''KİMSE, OLMADIĞI BİRİNE DÖNÜŞMEZ.'' (Sayfa 48)


''Bir an, içimde ne varsa kurtulmak istedim. Hiçbir şey olmak... Çığlık atmak istedim, ama yapamadım. Nefesimin bir dili vardı, konuşuyordu, ama hiç ses gelmiyordu.'' (Sayfa 49)


''Mahallemizin ardındaki küçük ormanı keşfe çıkar, Bambi'yle birlikte uzun saatler geçirirdik. Ne görsem isimlendirirdim. Kırmızı Kil Dağı. Gökkuşağı Deresi. Punk Bataklık. Her yer hayat doluydu; merak uyandırıcı, enerjik... Zamanla çevremizi takdir etmeye başladım. Üzgün bakışlı peri köpeğim Bambi'yle birlikte Peter Pan tarzı yaşayıp gidiyorduk.'' (Sayfa 56)


''Ağlamadım. Duygularım öylesine yoğundu ki, beni gözyaşlarının ötesinde bir yere taşıdı.'' (Sayfa 58)


''Ama ne zaman ki büyüdük, birbirimizden ayrılmak zorunda kaldık, yolculuklarımı anlatacak kimsem kalmadı. Ben de ya yazdım, ya çizdim, ya da uçup gitmelerine izin verdim. Onlar için büyük planlarım olmadı; tek isteğim, indikleri yerde ufak şeylere de değer veren bir hayalperest tarafından hemen fark edilip toplanmalarıydı.'' (Sayfa 70)


''Zaman geçiyor ve onunla birlikte bazı duygular da kayboluyor.'' (Sayfa 70)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Köpek Kalbi (Mihail Bulgakov) | Kitap Yorumu

Yazar: Mihail Bulgakov, Çevirmen: Uğur Büke,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, aç ve yaralı sokak köpeği Şarik'in çılgın bir bilim adamı ile karşılaşmasının ardından değişen yaşamını konu ediniyor. Bu cerrah ve ortağı olan başka bir doktor, Şarik üzerinde etik olmayan ve fantastik bir deney yaparak köpeğin epifiz ve er bezlerini ölmüş bir mahkumun (bir insanın) epifiz ve er bezleriyle değiştiriyorlar. Bu değişim, köpek Şarik'in yavaş yavaş bir insana dönüşmesine neden oluyor. Poligraf Poligrafoviç Şarikov adını alan ve artık bir insan olan Şarik, toplumun bir ferdi olmaya başlıyor. Kitap boyunca, Victor Frankenstein'ın canavarını anımsatacak bir şekilde üzerinde yapılan deneyler sonucunda başka bir varlığa evrilen ve kontrolden çıkan Şarik'in yaşadığı değişimi ve kitabın yazarı Bulgakov'un ülkesi olan Rusya'da gerçekleşen Bolşevik Devrimi'ni Şarik'in değişimi ekseninde eleştirisini okumaktayız.

Kitabın başlangıcında bizleri bir sokak köpeğinin anlatısı karşılıyor. Ona zalimce davranan bir insandan bahsedip okurlara acısını ve çaresizliğini tarif etmeye çalışıyor. Sonra bir an geliyor, bir adam onun karnını doyuruyor. Bu adam, köpek Şarik'in gözünde adeta bir melek konumunu alıyor. Köpek Şarik, başına geleceklerden bihaber olarak kurtarıcısının peşinden gidiyor. Bu kurtarıcı elbette doktor Filipp Filippoviç'ten başkası değil. Bu doktor, ilk önce Şarik'in bakımını üstleniyor. Onu en güzel yiyeceklerle besliyor, yarasını tedavi ediyor ve ona sıcak bir ev veriyor. Köpek Şarik'in bir tasması bile oluyor: Yani Şarik artık bir sokak köpeği değil, ayrıcalık sahibi bir köpek. Ancak bu doktor, bir meslektaşı ile birlikte giriştiği deney sonrasında Şarik'i başka bir şeye dönüştürüyor.

Köpek olduğu günlerdeki izlenimleri, Şarikov isimli bir insana dönüşen bu yaratığın kişiliğini oluşturmasında etkili olsa da, o artık başka bir şey: Bir insan. Üstelik, epifiz ve er bezlerini aldığı mahkumun bazı kişilik özelliklerini de ediniyor Şarikov. Hem köpek dürtüleri, hem de mahkumun alışkanlıkları birleşerek; ona buna sataşan, kadınları taciz eden ve kedilere saldıran Şarikov'u oluşturuyor. Kontrolden çıkmış eserini gözlemleyen Filipp Filippoviç her ne kadar hatasını anlasa da, herhangi bir suçluluk ve pişmanlık hissettiğini göremiyoruz. Onun için önemli olan tek şey, bu çılgın deney. Hatta doktorun belki de onun Şarikov veya Şarik olarak ne kadar ileri gidebileceğini merak ettiğini bile söylemek mümkün.

Mihail Bulgakov aslında tıp mezunu. Ancak birkaç yıl yaptığı doktorluğu bırakıp yazarlık mesleğine geçiş yapıyor. Yazdıkları Sovyet rejimine yönelik eleştiriler taşıdığı için oyunları sahnelenmiyormuş. Köpek Kalbi isimli bu romanı da aynı gerekçeyle ülkesinde uzun süre yayınlanmamış. Kitap 1925 yılında yazılmış olsa da ancak 1987 yılında SSCB'de yayımlanabilmiş. Yazar devrimden önce ve sonrasında işçi sınıfının yaşadıklarını köpek Şarik'in deneyimleri üzerinden anlatmış. Kitapta aslında çok açık eleştiriler yapılmış ancak tüm bu eleştirilerin köpekten insana evrilen bir karakter üzerinden mecazlaştırılarak anlatılması kitabı hem ilgi çekici, hem de mesajlarını etkileyici kılmış. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Alın işte ezilmiş, hırpalanmış ve insanların fazlasıyla hor gördüğü bedenime bakın.'' (Sayfa 10)


''Çaresizliği onu ezmişti.'' (Sayfa 13)


''Ancak gözler yanıltmaz; ister yakından ister uzaktan bakın gözler yanıltmaz. Göz önemli bir konu. Barometre gibidir. Kimin ruhu çöle dönmüş, kim ortada hiçbir şey yokken tekmeyi basar, kim her şeyden korkar, bunların hepsini gözlerden anlarsın.'' (Sayfa 13)


''Kardeşler, canavarlar neden kıydınız bana?'' (Sayfa 23)


''...ne halt yediğinizi anlamaya çalışmayacağım, nasıl olsa anlayamam.'' (Sayfa 30)


''Hiç acelesi olmayan her yere yetişir.'' (Sayfa 46)


''Beni düşünüyor,'' dedi köpek içinden, ''çok iyi adam. Kim olduğunu biliyorum. Köpek masallarından çıkma bir büyücü, bir sihirbaz... Gördüklerimin hepsinin rüya olması mümkün değil. Ya rüyaysa? (Köpek rüyasında irkildi.) Şimdi uyanacağım... Bunların hiçbiri kalmayacak. Ne abajuruyla lambalar, ne bu sıcaklık, ne karın tokluğu. Yeniden avlu kemerinin altı, akıldışı soğuk, buz gibi asfalt, açlık, kin dolu insanlar... Yemekhane, kar... Tanrım, nasıl da zor olacak!'' (Sayfa 47)


''Hiç kimse dövülmemeli,'' dedi heyecanla Filipp Filippoviç, ''bunu hiçbir zaman unutma.'' (Sayfa 49)


''Neden yaşamama izin vermiyorsunuz? 'Babacım' konusunda ise haksızsınız. Ameliyat yapmanızı ben mi istedim?'' diye havladı adam. (Sayfa 78)


''Bilin ki korkunç olan, artık onda köpek değil, insan kalbi olmasıdır. Hem de doğada bulunan en berbatından!'' (Sayfa 114)


''Dövmeye hakkınız yok!'' diye bağırdı boğulmaktan zor kurtulan ve bu sırada yere çöküp yavaş yavaş kendine gelen Şarikov. (Sayfa 115)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.




Kadersizlik (Imre Kertesz) | Kitap Yorumu

Yazar: Imre Kertesz, Çevirmen: İlknur İgan,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, Gyurka isimli 15 yaşında Yahudi bir gencin bir yıl boyunca önce Auschwitz, sonra Buchenwald toplama kamplarında yaşadıklarını konu ediniyor. Kitabın başında babasını bir ''çalışma kampına'' yolcu etmek zorunda kalan bu genç, babasının gidişinin ardından üvey annesiyle birlikte evin geçimini sağlamaya çalışıyor. Bu, karakterlerin gündelik yaşamlarını okuduğumuz kısımlarda, Yahudilere uygulanan kısıtlama ve yaptırımları görüyoruz. Yahudiler, Yahudi olduklarını belli edecek sarı yıldızlar takmak zorundalar. Bu ayrım ise Yahudi olmayanlar tarafından kötü muameleye maruz kalmalarına ve ötekileştirilerek yemek, çalışma vb gibi pek çok, yaşamın devamlılığında önemli olan alanda zorluk çekmelerine neden oluyor. Bir gün Gyurka'nın işe giderken bindiği otobüs durduruluyor; o ve onun gibi Yahudi olan diğerleri ayıklanıp toplama kamplarına gönderiliyorlar. Kitap boyunca da ailesini, yaşamını ve ismini ardında bırakan bu çocuğun toplama kampında yaşadıklarına dair izlenim ve düşüncelerini okuyoruz.

2. Dünya Savaşı temasını konu alan okuduğum ve izlediğim tüm kurgular içinde beni en çok etkileyen Kadersizlik isimli bu eser oldu. Çünkü daha evvel karşılaştığım tüm kurgularda, tüm o kan dondurucu vahşetin içinde romantizm yakalamaya çalışan bir yan mutlaka vardı. Oysa Kadersizlik isimli bu eserde yazar, çıplak gerçeği tokat gibi savurmuş. Muhtemelen amacı okuruna tokat atmak bile değildir. Çünkü eserinde yazar sadece, ''ben bunları yaşadım,'' diyor. Evet, kitabın karakteri değil; bizzat yazarın kendisi bunları diyor.

Kadersizlik fazlasıyla otobiyografik özellikler içeren, aslında belgesel roman diyebileceğimiz tarzda bir kitap. Kitabın ana karakteri gibi Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, 1944 yılında henüz 15 yaşındayken önce Auschwitz Toplama Kampı'na, daha sonra Buchenwald'a gönderilmiş. Orada dehşeti yaşayan yazar, 1945 yılında evi olan Macaristan'a geri döndüğünde geriye ailesinden kimsenin kalmadığını öğrenmiş. 1948'de gazeteciğe başlasa da yine çeşitli siyasi nedenlerle işsiz kalmış ve fabrikalarda veya yayın servislerinde çalışarak geçimini sağlamış. Kadersizlik isimli bu kitabını on yılda yazmış ancak kitabı bastırmak konusunda da çok sıkıntı çekmiş. Macaristan Devlet Bakanlığı'nın basmayı reddettiği bu kitap, ilk basımını Almancaya çevrilip yapabilmiş. Evet, kitap ilk basımını yazıldığı ana dilde bile yapmamış. 2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazara Kadersizlik isimli bu kitabı ödülü kazandırmış.

Gördüğüm bir yoruma göre Macaristan'da kitabın basılmasının reddedilme gerekçesi olarak, ''yazarın soykırım kurbanlarıyla alay ettiği'' düşüncesi öne sürülmüş. Yazar kitabında herhangi bir ajitasyona, herhangi bir suçlu\ kurban tiplemesine veya duygusal dışavurumlara yer vermiyor. Anlattığı tek şey, henüz 15 yaşında bir delikanlının toplama kamplarında gördüğü şeyler. Pislik, açlık, dayak, eziyet, ölüm... Gaz odalarında can veren insanlar... Tüm bunları hangi empatik yolla dile getirebilirdi ki? Tüm bu soykırımı gerçeği lap diye anlatmak dışında nasıl izah edebilirdi? Üstelik tüm bu vahşeti bizzat deneyimleyen biri olarak! 

Kitabı en çok da bu ''soğuk'' bakış açısı nedeniyle sevdiğimi söylemeliyim. Zaten kitabın ana karakteri olan genç de bizzat yazarın bu fikrini özellikle de kitabın son sayfalarında ifade ediyor. Sadece ilerleyebildiğini, onlara, tüm o işe yarar veya işe yaramaz olarak ''toplanılacak'' ve sadece bir sayıdan ibaret görünen insanlara, tüm o günler boyunca hiçbir şeyin gelmediğini, sadece kendilerinin ilerlediğini, çünkü ilerlemekten ve hep bir sonraki esareti deneyimlemekten başka çarelerinin olmadığını anlatıyor. Çünkü, başka çareleri yoktu! Özgür kaldığında bile, ki bu kitabı yazabildiğine göre özgür kalması gerekiyor zaten! (yani spoiler değil...), özgürlüğün ve bundan sonraki hayatında ilerleyeceği yolların çatışmalarını içinde taşıyor. Bunları kendi iradesiyle mi yapacak, yoksa tüm bu hayat, kader dediğimiz o tuhaf oluşumla mı şekillenmiş? Bir gün bir mesleği olduğunda, tüm o kötü günleri ''unutmayı'' seçtiğinde; mutlu mu olacak? Peki zaten böyle bir şey mümkün mü? Karakter bunları sorguluyor, bir adım ve bir adım daha ilerlerken.

Özetle, çarpıcı bir kitaptı bence. Yazarın bizzat kendi deneyimlerini içermesi ise kitabı etkileyici yapan ana etken gibi görünüyor. Ama kitabı ruhsuz bulanlar da çıkabilir tabii; bilemiyorum. Öte yandan, yaşadıklarını anlatan birine ''etkileyici'' olmamış da diyemezsin sonuçta; değil mi? Çünkü bizim okuduğumuz bu satırları, yazar zaten yaşamış!

Her neyse. Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Ve bir şekilde, öfkeli bakışları ve becerikli el hareketi sayesinde onun düşünce tarzındaki mantığı anladım, yani gerçekten Yahudilerden hoşlanmasının niçin mümkün olmadığını: Aksi takdirde onları dolandırdığı gibi tatsız bir duyguya kapılacaktı. Oysa böylece görüşlerine uygun davranmış oluyordu ve davranışını yönlendiren de görüşünün tutarlılığı oluyordu, fakat bence başka bir görüşe sahip olması da mümkündü elbette.'' (Sayfa 17)


...ayrıca sevginin ''sözlerle değil, yapılanlarla'' gösterildiğini söyleyerek yanıtladı. (Sayfa 33)


''Bir dilenci ve bir prens, bu farkın dışında, görünüm ve yapı olarak karıştırılacak kadar birbirlerine benzerler. Sırf meraktan kaderlerini değişirler. Sonunda prens gerçek bir dilenci, dilenci gerçek bir prens olur.'' (Sayfa 38)


''Okul için değil, yaşam için öğreniyoruz.'' (Sayfa 100)


''Bekliyor ve bekliyorduk ve yanılmıyorsam beklediğimiz olmayan bir şeydi.'' (Sayfa 105)


''Ayrıca kiremithaneye götürüldüğümden beri ilk kez burada bir mucizeyle karşılaştım, susadığım zaman su içebiliyordum, hatta sadece canım istediği zaman bile.'' (Sayfa 112)


''Şunu söyleyebilirim ki, insanın kendisinden neyin ne kadar eksildiğini günbegün hesap etmesinden, günbegün izlemesinden daha fazla acı verici bir başka şey olamaz.'' (Sayfa 144)


''Diğer yandan, o günün akşamında içimde bir şeylerin bir daha onarılmaz biçimde bozulduğunu hissettim...'' (Sayfa 148)


''Anlaşılan eski alışkanlıklarımızı da sürekli olarak yeni yerlere taşıyorduk...'' (Sayfa 152)


''Onlara toplama kampında genelde insanların bir adı olmadığını söyledim. Bunun üzerine yakınlarının dış görünümünü, yüzünü, saç rengini, özelliklerini tarif etmeye çalıştılar. Onlara insan toplama kampında çok fazla değiştiği için bunun bir anlamı olmadığını anlatmaya çalıştım.'' (Sayfa 208)


Gaz odalarını görüp görmediğimi merak ediyordu - elimde olmadan gülümsedim. ''Görmüş olsaydım şu anda konuşuyor olamazdık,'' dedim. (Sayfa 209)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Gece Yarısı Tüm Aşıklar (Mieko Kawakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Mieko Kawakami, Çevirmen: Sinan Ceylan,
Yayınevi: Doğan Kitap

Fuyuko Irie, Tokyo'da yalnız yaşayan bir kadındır. İçe dönük bir mizaca sahip bu kadının yaşamı işten eve evden işe şeklindedir. Redaktör olan Fuyuko'nun ne doğru düzgün bir arkadaşı, ne de hobisi vardır. Bir gün düzenli işinden ayrılıp serbest çalışan olarak çalışmaya başlar. Günlerinin tamamına yakınını evde geçiren Fuyuko'nun iletişim kurduğu kişilerin başında yaptığı redaksiyon işlerini ona gönderen Hijiri gelir. Hijiri, Fuyuko'nun tam tersi bir karaktere ve yaşantıya sahip sosyal bir kadındır. Serbest çalışmak Fuyuko'nun yaşamını değiştirse de, bu yaşam çok renksizdir. Fuyuko bir gün çeşitli kurslara kayıt olmak için bir kültür merkezine gider. Burada Mitsutsuka isimli bir adamla tanışır ve haftada bir iki gün bir kafede buluşup sohbet ederler. Mitsutsuka, Fuyuko'nun kendi isteğiyle hayatına aldığı ilk ve tek kişidir. Kitap boyunca bu genç kadının yaşamını ve kabuğunu kırma mücadelesini okuyoruz.

Açıkçası kitapta görene kadar redaktörlük diye bir meslek kolu bulunduğundan bihaberdim. Redaktör, bir kitap yayınlanmadan evvel kitapta bulunan çeşitli dilbilgisel ve noktalama hatalarını düzelten kişi demekmiş. Ben bu işlerin hepsini editörün yaptığını düşünüyordum. Redaktör ile editörün farkı ise, editör bir kitabın anlatımı gibi daha yazarla iletişimde olacağı ve kitaba doğrudan müdahale gerektiren işlerle ilgilenirken; redaktör, pek de suya sabuna ve anlatıma dokunmadan sadece yüzeydeki yazım hatalarını düzeltmekle ilgileniyormuş. Yani editör tam yetkiye sahipken, redaktör kitaba müdahale edemez diyebiliriz sanırım.

Fuyuko da bir redaktör. İşinde gerçekten başarılı da. Ancak kitaplar onun için bir tutku değil; sadece bir iş. Hatta ne ilginçtir ki kendisinin kitap okumaya dair de özel bir ilgisi yok. İş icabı üzerinde çalıştığı kitapları aslında okumadığını, onları hata aramak amacıyla işlediğini ifade ediyor. Bir kitabın hatalarını baştan sona düzelttiğinde bile aslında o kitaba anlam yönünden dikkat etmiyor, kitapla bir bağ kurmuyor. Belki de onun yaptığı gibi bir işte bu gerçekten gerekli de. Bunu kendisi de ifade ediyor. Eğer bir kitabı okumaya dalarsa, gözünden hatalar kaçabilir ve kendisinin hayatta en dayanamadığı şey de düzeltiden geçirdiği bir kitabı raflarda incelediğinde onda hata bulmak.

Kitap dil ve anlatım yönünden akıcı bir kitap. Zaten Uzak Doğu Edebiyatı'ndan okuduğum kitapların genel özelliği bu sade dildi. Karakter ise yine oldukça soğuk. Bu milletlerin, özellikle de Japon Edebiyatı'nda, kitap karakterleri okuruna bile kendini açmıyor. İlk etapta karşımda sanki bir duvar varmış gibi hissediyorum. Ne yaparsam yapayım o duvar yıkılmayacak, son sayfaya geldiğimde bile ben ve karakter arasında dağlar, ovalar, okyanuslar kadar mesafe kalacakmış gibi hissediyorum. Ama böyle olmuyor. Karakter yine soğuk, yine güvensiz bakıyor okuru olan bana, belki de kişiliği bu tabii bilemem, ancak sonra bir an geliyor ve bana mutluluklarını, kırgınlıklarını gösteriyor. O noktada kitap sürükleyici bir hal alıyor sanki. Dediğim gibi Japon Edebiyatı'ndan okuduğum (hatta çok çok az sayıda kitap okumuş olmama rağmen Güney Kore ve Çin Edebiyatı'nda da aynı durumu yaşamıştım) tüm kitaplarda durum tam olarak buydu. Fuyuko da bana, okuru olan bana, aynı şeyi yaptı. Belki de karakterler de okuruna güvenmek istiyorlardır, kim bilir...

Bu aslında, bir kadının kendini görme hikayesi. Bulma demedim, görme dedim. Çünkü burada kimse kayıp falan değil aslında. Kendini görmek derken ise, gerçekten fiziksel olarak kendini görmeyi kastediyorum. İnsanın iç dünyası değiştikçe, hem bakışları hem de baktığı gözlerin görünümü değişiyor olmalı. İşte Fuyuko'nun yaşadığı da buydu. Bazen beni sinirlendirdi, bazen hüzünlendirdi. Çoğu zaman neler yaptığına anlam veremediğim anlar bile oldu. Ama yine de tüm bu hislerim anlayışla çevriliydi. Fuyuko'nun neden böyle davrandığını, daha da derinlerde neden böyle hissettiğini anlamak istedim. Bize geçmişinden bazı anılarını anlatsa da, onu anlayamadım. O anılarda da farklı bir insan değildi; peki o zaman Fuyuko tam olarak ne zaman bir kırılma yaşamış ve değişmişti de, ''böyle'' olmuştu. Fuyuko belki de sadece böyle bir kadındı. Yani, henüz bir kırılma anı zaten yaşamamıştı. Benim okuduğum bu kitabın kendisi onun kırılma anının tamamı olamaz mıydı? Hem neticede bazı insanlar öyledir, bazısı böyle. Belki Fuyuko da ''böyle'', kendi içinde yaşayan bir kadındı ancak dış dünya bu durumu ona bir kusur gibi kabul ettirdiği için zamanla kendine karşı körleşip akıntıda sürüklenmeye başlamış olabilir.

Kitabı herkes benim kadar sever mi emin değilim. Ancak kitabın içinde, aslında Fuyuko'da Hijiri'de ve belki diğer karakterlerde de, kendinden bir şeyler görebilecek okurlar olabileceğini düşünüyorum. Hani yukarıda karakterlerin soğukluğundan bahsetmiştim. Aslında bu, şikayetim de değildi. Tam da bu ''soğukluk'' yoluyla aslında çeşitli insanlık hallerini belki de en dürüst şekliyle karakterlerde görebiliyorum. Fuyuko'yu sevdim mi emin değilim; ancak onun kendisiyle olan ilişkisi düzeldikçe sevindim. Kitapta en sevdiğim karakter sanıyorum ki Hijiri'ydi. Daima kendi bildiğini okuyan bu kadın, abartılı yönleri olmakla birlikte, ilham verici bulduğum bir karakterdi. Sanırım Fuyuko için de öyleydi; Hijiri, Fuyuko için de ilham vericiydi.

Kitapta beni en çok etkileyen sahneler ise, Fuyuko'nun ayna karşısında olduğu iki sahneydi. Bunlarda biri Fuyuko'nun evde aynanın karşısına geçip kendine baktığı andı. O an beni çok üzdü. Çünkü bu kadın o ana kadar belki de kendini daha önce hiç görmemişti. Bir diğer sahne ise Fuyuko'nun kuaförde iltifat aldıktan sonra aynada gördüğü yüzüydü. Bu sahneden etkilendim; çünkü Fuyuko belki de ilk kez kendine farklı düşüncelerle bakmıştı. 

Özetle kitabı beğendim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


ALINTILAR

''Günün ezici ışığı gittiğinde, geride kalan yarısı tüm gücüyle parıldamaya çalıştığı için, gece yarısı ışığı olağanüstüdür.'' (Sayfa 7)


''Acaba benden istenen hiçbir işi geri çevirmemekle ve hiçbir teslim tarihini bir kez olsun aşmamakla kabahat mi işliyordum?'' (Sayfa 13)


''Güvenebileceğim insanlarla çalışmayı seviyorum.'' (Sayfa 21)


''Gecenin ışığı, usulca doğum günümü kutluyor gibi gelmişti bana. O zamandan beri her doğum günümde gece yürüyüşüne çıkıyorum.'' (Sayfa 28)


''İnsanların benden nefret etmesini istediğim falan yok ama kendimi zorla sevdirmek için çabalayacak da değilim. Sevilmek elbette harika bir şey ama sırf sevilmek için yaşamaya çalışacak halim yok.'' (Sayfa 37)


''İçten gelen dürüstlük iyidir. İnsanı rahatlatır. Hayatınızı böyle yaşayabiliyorsanız, buyurun yaşayın. Ama esas kötü niyetli olanlar, neyin doğru olduğunu bildikleri halde, sinsice hareket edenlerdir. Güç ve şöhreti çok sever, bu ikisine öyle büyük arzu duyarlar ama sana bu düşünceler hiç akıllarından bile geçmemiş gibi bakarlar.'' (Sayfa 38)


''Kitapların, insanların başkalarına söylemek istedikleri ya da birilerinin onlara söylemesini istedikleri şeylerle dolu olduğunu düşündüm.'' (Sayfa 90)


''Ben çocukken yaz tatili sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi gelirdi.'' (Sayfa 93)


''Artık insanlar daha duygularını kelimelere dökmeden ilişkiye başlayıveriyor.'' (Sayfa 105)


''Ama şu ana kadar hayatta öğrendiğim bir şey varsa, o da her şeyi ciddiye almamaktır.'' (Sayfa 106)


''Bilmiyorum, mesela bazen mutlu, üzgün ya da endişeli hissedersin ya? Veya belki televizyondaki bir şey ilgini çeker ya da karidesin tadı hoşuna gider, her neyse. Ama bazen bu düşünce ya da duyguların iş icabı okuduğum şeylerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını merak ediyorum. Herhangi bir şey hakkında duygusal hissetmeye başladığımda, gerçekten öyle hissedip hissetmediğimi anlayamıyorum. Ya bu sadece birinin kitapta yazdığı bir şeyse? Ya da belki bir filmden bir replik veya bir sahne. Her iki durumda da, başka birinin eserinden alıntı yapıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum.'' (Sayfa 107)


''Herkesin kendine göre bir sebebi vardır.'' (Sayfa 175)


''Mitsutsuka'yı düşünmeye çalıştığımda, onun hakkında temelde hiçbir şey bilmediğimi bir kez daha fark ettim. Her gün ne yediğini, zamanını nasıl veya kimlerle geçirdiğini, neleri önemsediğini, gün boyunca aklından nelerin geçtiğini bilmiyordum. Nerede uyuduğu, nerede kitap okuduğu, ne tür insanlarla konuştuğu, nelere güldüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Nelere öfkeleniyor, nelere canı sıkılıyor ya da uykuya dalarken neleri düşünüyordu? Ne tür kadınlardan hoşlanırdı? Geçmişte ne tür kadınlara aşık olmuştu? Nasıl aşık olmuştu? Eğer ben güzel olsaydım, rüyamda bana yaptığı şeyleri gerçekte de yapar mıydı? Rüyaları nasıldı? Benimle konuşmaktan hoşlandığını söylemişti ama ya sadece konuşmaktan hoşlanıyorsa? Mitsutsuka nelere üzülür, nelerden mutlu olurdu? Nasıl rüyalar görürdü? Şu anda neredeydi, ne düşünüyordu? Ne yapıyordu? İyi miydi, hatta beni görmediği için mutlu muydu? Bir anlığına bile beni düşünüyor muydu?'' (Sayfa 186)


''Dokunmak tanımlaması zor bir durum olabilir. Bir bakıma, dokunmak daha fazla yaklaşamayacağınız anlamına gelir çünkü.'' (Sayfa 209)


''Sadece... ondan hoşlanıyorum, hepsi bu'' dedim, kimsenin duyamayacağı kadar kısık bir sesle. ''Kulağa çok aptalca geldiğini düşünüyor olmalısın...'' (Sayfa 219)



Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.



Popüler Yayınlar