1. Bölüm.
Bir varmış bir yokmuş... Hangi zamanda, hangi
mekanda bilinmez; iki şövalye yaşarmış. Bu şövalyelerin biri beyaz atlı, diğeri
kara atlıymış. İkisi de cesur, ikisi de güçlüymüş. Bu iki şövalye bir gün bir
göreve çıkmışlar. Hayır hayır hayır, bizim bu şövalyeler rakip değillermiş -en
azından Neptün arşivlerinde böyle geçmeyecek- hatta arkadaşlarmış. İkisi de bir
şeyi arıyormuş, çok değerli bir şeyi. Bir çiçeği! Bu çiçeği daha evvel gören
olmamış ama duyan çok olmuş. Hem, tüm efsanevi şeyler böyle değil midir; dilden
dile hayali ve hayaleti dolaşır, sonra bunlar arzulara karışır ve tadam, belli
mi olur, gerçeklikte madde halini buluverir. Bu çiçek ise henüz sadece
manasıyla varmış.
İki şövalye uzun bir yolculuğa çıkmış; dereleri,
tepeleri, belki tehlikeli canavarlarla dolu yabancı diyarları geçmişler. En
sonunda bir ormana varmışlar. Bu ormanda ilerlemek çok zormuş. Her yer yabani
otlarla kaplıymış. Yine de şövalyeler pes etmemiş. Sonuçta o kadar uzun ve
zorlu bir yoldan gelmişler. Eh, ormanı bulduklarına göre çiçek de buralarda bir
yerde olmalıymış. Aramışlar taramışlar. Belki saatler, belki günler geçmiş.
Zaman kavramları şaşmış, bitkinlikten yığılmışlar. Şövalyeler çaresizce yakarmış,
yardım istemişler. Bir ses duyulmuş sonra; ulu, bilge bir ağaçtan.
Ağaç, şövalyelere neyi aradıklarını sormuş.
Şövalyeler başlamışlar bu dillere destan büyülü çiçeği tarif etmeye. Ağaç,
rüzgarda salınan yapraklarını şövalyelere doğru sallamış ve yaklaşabildiği
kadar yaklaşmış: ''Burada öyle bir çiçek hiç yetişmedi ve yetişemez.''
Şövalyelerin kalan son umudu da paramparça olmuş. Kara atlı şövalye bu duruma
çok sinirlenmiş. ''Ne vakit kaybı!'' diyerek hiddetle yerinden kalkmış ve
yorgun atını çekiştire çekiştire oradan uzaklaşmış. Ancak beyaz atlı şövalye
düşünceliymiş. Pes etmek istememiş. Mutlaka bir yolu olmalı, diye mırıldanmış
kendi kendine. Belki hayalindeki çiçeği düşünmüş. Belki o da diğer şövalye gibi
gitmeyi düşünmüş. Belki bu iki düşünce arasında volta atıp beklemiş, beklemiş.
Sonuçta işin içinden çıkamamış. ''Neden'' diye sormuş bilge ağaca usulca,
''neden burada öyle bir çiçek yetişemez?''
''Çünkü'' demiş bilge ağaç bu sefer yapraklarını
iki yana gererek ''görüyorsun ya, burada her yer yabani otlarla kaplı. Bir
çiçek büyümek için günışığına sarılmayı ister, rüzgarın fısıltılarını duymayı
ister, yağmurun taşıdığı besini kana kana içmeyi ve diğer canlıların
arkadaşlığını ister. Oysa bu yabani otların altında bunların hiçbirine
ulaşamaz. Bu yüzden de burada bir çiçek yetişmedi ve yetişemez.''
''Yani...'' demiş şövalye gözleri parlayarak,
''bu şartlarda demek istiyorsun değil mi bilge ağaç? Bu şartlarda mı
yetişemez?''
''Evet, bu şartlarda yetişemez.''
Şövalye bu onayı duyar duymaz düşmüş omuzlarını
gererek kollarını sıvamış ve işe koyulmuş. Etraftaki tüm yabani otları
ayıklamış ve tohumlara yer açmış. Beklemiş beklemiş. Belki saatler, belki
günler, belki aylar, hatta belki... Yıllar boyu! Sonuçta burası büyülü bir
ormanmış ve aradığı büyülü bir çiçekmiş. Sonunda bir gün topraktan esneyerek
yeryüzüne uzanan bir çiçek fidesi görmüş. Çok cılızmış ama çok güzelmiş.
Şövalyenin gözleri -aman ha şşşş aramızda kalsın- yaşlarla parlamış. Çiçeği
karşısındaymış.
(01.02.24)
2. Bölüm.
Beyaz atlı şövalye minik çiçek fidesinin her bir
hareketini hayranlıkla izliyordu. Çiçeğine o kadar odaklanmıştı ki,
heyecanlanmayı bile unuttu. Onun bu haline, ''ne kadar ahmakça,'' diye
fısıldadı rüzgar. ''Iııı-hıı... Ne!'' Genç şövalye yerinden aniden doğruldu.
Üstü başı, hatta kulaklarına varıncaya kadar, toprakla dolmuştu. ''Kim var
orada!'' Bu bir sorudan çok kendini koruma nidası gibi görünüyordu. Çünkü genç
şövalye o kadar çiçeğine odaklanmıştı ki, kılıcının yanında olmadığını bile çok
geç fark etti. Kat kat zırhını çıkaralı çok olmuştu; o kadar zırhı en baştan
yeniden giymesinin mümkünatı yoktu. Yine de kaçmadı; bir kılıca dönüştürdüğü
elleriyle görünmez düşmanının üstünde -açıkçası pek de iyi olmadığı, çünkü
vaktiyle tüm derslerde uyuyordu- kungfu darbelerini sergilemek için tetikteydi.
Bu hazır, nazır ve pek tehlikeli görünen şaşkın şövalyeye rüzgarın verdiği
cevap gittikçe yükselen kahkahalar oldu.
Başka zaman olsa, pek tabii, cesur şövalyemiz
uygun adım yürür, arar tarar ve düşmanını bulurdu. Ancak o an korkusunun
büyüttüğü sesler cesur şövalyeyi daha da korkuttu. Hadi ama, cesur şövalyeler
bile illa ki bir şeylerden korkarlar!
Şövalye atını bile unutarak koşar ve düşer adım
bayır aşağı yürümeye başladı. Çok geçmedi ki rüzgarın getirdiği sesin sahibi
havada süzülürcesine, tıpkı rüzgar gibi adımlarıyla, ortaya çıktı.
''Haylaz Cadııı...'' dedi Bilge Ağaç dallarını
sallarken. Dallarındaki ifade cadıyı azarlasa da, yanakları yapraklarına
varıncaya dek yükselmişti. Sonra da gök gürültüsünü andıran kahkahalar yeri
göğü inletti.
''Bilge Ağaaaççç!'' Cadı, bisikletinden atlayarak
düşe kalka eski dostuna koştu. ''Seni özledim... Çok!''
''Ah benim haylaz yavrum... Ben de seni çok
özledim. Gelişin de senin gibi pek bir yaramaz oldu. Hah-hah öhö öhö. Neden
korkuttun şövalyeyi?''
''Kim? O mu?''
''Ne o mu yavrum?''
''Şövalye işte Bilge Ağacım. O mu şövalye?
Üzgünüm... Hahhah-hahah. Az evvel pek de bir şövalyeye benzemiyordu. Ahahha-
pardon.'' Cadı dudaklarını birbirine bastırarak kahkahalarını -nezaketen-
tutuyormuş gibi yaptı. ''Hem... Bilge Ağaç! Baksana artık milleti korkutmamak
için cadı şapkamı bile takmıyorum. Süpürgemi de bisikletle değiştirdim. Daha
ne!''
''Haylaz Cadım benim. Yine yaptın yapacağını...
Çiçeğini gözleyen masum bir adamdı o sadece.''
''Hani şu dillere destan büyülü çiçeği mi? Hala
ona inanan mı vardı? Blog yazmak gibi modası geçti sanmıştım.
İnsanlar artık uzun zaman alan şeylerin son hali dışındaki halleriyle pek
ilgilenmiyorlar da.''
Bilge Ağaç dallarından birini indirerek Cadı'yı
buyur etti. Cadı bu teklifi memnuniyetle kabul etti ve bağdaş kurarak gizli
yerine kuruldu.
''Bilge Ağaç...''
''Söyle yavrum?''
''Gerçekten büyülü bir çiçeği mi vardı o adamın
-öhüö şeyyy- şövalyenin?''
''Vardı yavrum, aha orada.''
''Olmaz bakamam. O onun çiçeği sonuçta. Cadı
olabilirim ama mahremiyete saygım vardır. Sadece...''
''Evet yavrum?''
''Bilge Ağaç,'' dedi Cadı yaşlı ağacın tırtıklı
ve buruşmuş sert yüzüne kendi yüzünü yaslayarak. Kolları yaşlı ağacın çeyreğini
anca turlamıştı.
''Düşeceksin yavrum, tutun bir yere. Ah bu... Ah
bu! Tutunsana haylaz Cadım benim. Yüreğime indireceksin vallahi...''
''Bana bir şey olmaz Ağaççım, tonton Ağaççım...''
''Dua et gönül almayı biliyorsun, öhö, iyi misin
yavrum? Yanakların çizilecek o kadar yaklaştırma yüzünü.''
''Bir şey olmaz Bilgecim. Sadece seni özledim.''
''Açsındır yavrum. Ama artık meyve vermiyorum.''
''Meyvelerin için gelmedim güzel Ağacım. Seni
özlediğim için dedim ya... Ama tabii... Tabii... Bir de...''
''Bir de?''
''Kulaklarının hala maşallahı var Bilgecim senin
de...''
Rüzgar usul usul eserken şövalyenin sadık atı
çimenlerden yapılmış yumuşak yatağından Cadı'yı izliyordu. Cadı ata el salladı.
''Merhaba sevgili At. Üzgünüm, dostunu biraz korkuttum. Ona özürlerimi ilet
lütfen. Aslında onu korkutmak iste- istemiştim tamam ama üzgünüm. Çiçeğiyle ona
mutluluklar. Mutluluk... Çiçeğiyle birlikteyken nasıl da mutluydu... Tıpkı bir
ağaç gibi!''
''Sen de bir ağaçsın yavrum...''
''Ne? Ben bir ağaç mıyım Bilgecim? Bu bir kehanet
mi?''
''Hayır yavrum. Sen haylaz bir Cadı olarak
dünyaya geldin bu turda. Diyorum ki, meyvelerin...''
''Benim meyvelerim yok ki Bilge Ağaç... Yoksa var
mı, Rin Tin Tin?'' Cadı bisikletine kısa bir bakış atarak Bilge Ağaç'a döndü.
''Yokmuş Bilgecim.''
''Ah yavrum benim... Elmaların... Yerlerde
çürüyor.''
''Elmalarım mı?''
''Senin çiçeklerin çoktan meyve oldu da yerlerde
sürünüyor. Neden bu kadar bekletiyorsun onları?''
''Ah şu mesele. Tahmin etmeliydim!'' Cadı ani bir
şekilde arkasını dönüp ellerini iki yanından upuzuuunnn uzattı. ''Sen!'' dedi
çalıların arasından onu gözleyen şövalyeye. ''Ne cüretle!''
''Ödeştik...'' Şövalye ellerini iki yana
kaldırmış, çalıların içine iyice gömülmüştü. Bir elinde yırttığı ceketinden,
artık pek de beyaz olmayan, ateşkes bayrağı vardı.
''Sen...'' Cadı her adımıyla -laf aramızda uçma
sihrini unutmuştu- genç şövalyeye daha da yaklaşıyordu, ''sennn... Osun. Özür
dilerim şövalye. Seni korkutmak istemezdim. Büyük bir iş üstündeymişsin, fark
edemedim. Dışarıdan öyle gibi görünmüyordu da.''
''O kadar da büyük sayılmaz,'' dedi şövalye.
Cadı'nın yarı alaylı sesini ya umursamamış, ya da fark etmemişti.
''Dalgın görünüyorsun yavrumm...'' dedi Bilge
Ağaç genç şövalyeye. Gerçekten de biraz dalgın gibiydi.
''Bazen zaman kaybettiğimi düşünüyorum...''
''Ama en azından uğruna zamanını verdiğin bir
çiçeğin var!'' dedi Cadı.
''Öyle mi dersin?''
''Dedim ya akıllım!'' Haylaz Cadı mimiklerine
hakim olmaya çalışarak çiçeğin yanına çöktü. ''Bu arada seni kandırmışlar. Bu
büyülü bir çiçek değil.''
''Değil mi?!?!''
''Değil ya akıllım! Bu yüzyılda büyülü çiçek mi
kaldı?''
''Kalmadı mı?''
''Bilmem. Hah- hah. Şaka yaptım canım. Ama şu
konuda...'' Cadı yeniden ayaklanarak ileri doğru ilerledi. Şövalyenin artık
iyice dinlenmiş güzel atının bembeyaz tüylerinin üstünde ellerini
dolaştırıyordu. ''Senin adın ne?''
''Düldül,'' dedi şövalye.
''Ah ne tesadüf. Benim süpürgemin... ne var Tin
Tin... Ah işte bisikletimin adı da Rin Tin Tin. Aha hahah.''
''Tatlıymış,'' dedi şövalye. Günlerden beri ilk
kez gülümsüyordu. Çattığı kaşları rahatlamış, yanakları bu tuhaf kasılmayı
çözmeye çalışır gibi gerilmişti.
''Sakin ol şampiyon. Seni büyülemem merak etme.
Hem ben serbest bir Cadı'yım.''
''Serbest bir cadı mı?''
''Yaa... Serbest meslek gibi... Hem... Cadı
güçlerim galiba aktif değil. Yani korkma, işe yaramaz bir cadıyım ben.''
''Bence bu halinle bile yeterince
korkutucuydun.''
''Öyle miydim?'' Cadı yeniden kocaman olmuştu.
Sırtı dik, yüzü gün ışığı gibi parlaktı.
''Buralardan gidiyorum,'' dedi sonra şövalye.
''Çiçeğini ardında bırakıp da mı?'' dedi Cadı hayret
ve galiba biraz da hüzünle.
''Dediğin gibi cadı... Büyülü çiçekler bu
yüzyılda yetişmiyor.''
''Hayır hayır hayır... Yanlışın var! Büyülü
çiçekler tarihin hiçbir yüzyılında yetişmedi,'' dedi Cadı. Bu bilginin
şövalyeyi avutmasını ummuştu.
''Her neyse, önemli değil zaten. Önemli olan ilk
çiçekti belki de...''
Bilge Ağaç usulca yapraklarını salladı. Hem de
artık hiç rüzgar olmamasına rağmen. Belli ki şövalyenin bu yanıtından hoşnut
kalmıştı. Ancak tek kelime etmedi.
''Burayı en son gördüğümde her yer... Her
yerdeydi! Şimdiyse oldukça temiz ve nefes alıyor. Tüm toprak!'' Cadı elini
uzattı, ''bir dost değil, birçok dost kazanmış gibisin sevgili Şövalye. Tebrik
ederim.''
Şövalye, siyah cübbesinin içinden çıkan bu narin
eli yavaşça sıktı. ''Teşekkür ederim Cadı.''
Yorgun şövalye dimdik sırtıyla sevgili atına
doğru ilerledi ve ardında bırakacağı ormana son bir bakış attı.
''Zırhın!'' dedi Cadı. ''Unutma. Saray malı
sonuçta, üstüne zimmetlidir falan.''
''Ah haklısın. Bunları saraya teslim edeceğim.''
''Giymeyecek misin?''
''Bahçıvan olmaya karar verdim.''
''Çiftçi de olabilirsin aslında. Hep senden
alışveriş yapardım.''
''Üzgünüm, çiçeklerin dilini bile anca öğrendim.
Sebze ve meyveler için biraz çabalamalıyım. Ama... Bir adresin varsa...'' Beyaz
atlı şövalye doğru kelimeleri ararken oldukça zorlanıyordu. Siyah atlı şövalye
onun bu halini görseydi, mutlaka, katıla katıla gülerdi.
''Bilge Ağaç'a adresini ver Şövalye. Ben sana
gelirim. Ama çok pahalıysa çiçeklerinden alamam.'' Cadı söylediklerini
kanıtlamak istercesine cübbesinin kocaman ceplerini ters düz etti.
''Sıkıntı değil...'' Şövalye tekrardan
kelimelerin ona gelmesini bekliyordu, bu nedenle biraz zaman geçti; çünkü
hepimiz biliriz ki, kelimeler tam da onları aradığımız anlarda kaybolurlar.
''Ben,'' dedi sonra şövalye, ''hediye edebilirim... Sana.''
''Ah! Çok naziksin.'' Cadı kimsenin, hatta Bilge
Ağaç'ın bile beklemeyeceği bir şey yaparak gergin şövalyenin yanağına minik bir
öpücük kondurdu. Bu öpücük, adeta şövalyenin tüm yüzünde hayat buldu.
Cadı, süpürgesine -aman bisikletine- binerken
genç şövalye onu görmez ama ışıl ışıl gözlerle izledi, Cadı'nın el sallamasına
sadık dostu Düldül'ün de yardımıyla karşılık verdi ve ne kadar zaman sonra
bilinmez atına binip uzaklaştı. Artık aklında ne geçen zaman, ne büyülü orman,
ne de binbir zahmetle açtırdığı çiçeği kalmıştı.
Bilge Ağaç yapraklarını heyecanla salladı. Evet!
Üstelik rüzgar bile yoktu.
''Gak gak gak, bugün pek bir genç görünüyorsun
Bilge, gak. Değil mi Gagak.''
''Öyle valla Gagagak. Sahiden de ben diyeyim yüz,
Gagagak desin iki yüz yıl gençleşmiş gibisin Bilgecim. Nedir sırrı söyle de
bilelim.''
''Öğrenmenin yaşı yokmuş a dostlar ve güzel
çiçekleri görmenin de.''
(05.05.24)
Not: 1. Bölümde yer alan masal başlangıcını çok önceden Nyks Tarot kanalının bir videosunda dinlemiştim. Kendisi daha kısa ve meselenin ana fikrini verecek şekilde bu masalı anlatmıştı. Ben de daha sonra bir yazımda bunu kurgu haline getirip daha uzun bir şekilde yazmıştım. Masalın orijinali nereden bilmiyorum. Bu masalı kaleme almayı çok sevmiştim ve yazarken çok eğlenmiştim. Bu nedenle bloğumda kayıtlı durmasını istedim.
Yazardan Minik Bir Analiz:
Aslında tabi dümdüz bir metin olarak okunabilir ve okuyanlar elbette kendilerince çıkarımlar yapacaktır. Ancak bu masaldaki bazı sembollerin yazarı olan benim için anlamını kısa bir not geçmek istiyorum.
Odak noktasındaki ''büyülü çiçek'' aslında istekleri simgeliyor. Beyaz atlı şövalye, istediği şey için (çiçeği ortaya çıkarmak ve büyütmek) emek harcıyor. İsteği sadece o kıvılcımı, çiçeği, madde olarak var etmek. Çünkü o çiçeğin ''büyülü'' olduğuna çok inanmış. Oysa asıl büyü tam da içinde taşıdığı kıvılcımdır: İnançtır. İsteğine inanmasıdır. Çiçek ise şövalyenin maddi dünyadaki isteğinin somut karşılığıdır. Çiçeği inancı ve emeğiyle zihninden çıkarıp toprakta var eder. Bu da tıpkı ulu bilge ağacın karaktere söylediği gibi, ''uygun şartlar sağlanırsa'' açığa çıkan bir durumdur.
Öte yandan Cadı'nın canının sıkkın olduğunu görüyoruz. ''Büyülü çiçeklerin tarihin hiçbir yüzyılında var olmadığını'' söylüyor. Çünkü o, tıpkı bilge ağacın onu payladığı gibi, şövalyenin inancından yoksun. Hatta küçümsediği bu karaktere hayranlık duyduğunu seziyoruz. Çünkü şövalyede, Cadı'da olmayan bir şey var. Cadı bunun ne olduğunu bilmese de, seziyor.
Masalın sonundaki mutlu son tipik masal sonlarından farklılaşıyor. Burada bir ''kavuşma'' anı yok. Veya daha doğrusu, alışıldık bir kavuşma anı görmüyoruz. Her ne kadar bazı sevimli ve romantik çağrışımlarla karşılaşsak da, şövalye ve cadı bir çift değil. Yolları kesişmiş iki karakter. Karakterler ''ilk çiçeklerin varlığından'' bahsediyorlar ve bu ulu bir bilge ağacı bile heyecanlandırıyor. Çünkü burada bahsi geçen ilk çiçek, bir şeyleri var edebilmeye dair kazanılmış inancı, umudu simgeliyor. Ve bence hayattaki asıl ''büyü'' de budur.
Ben Cadı 2 başlıklı bir bölüm daha yayınlamış, orada siyah atlı şövalye ile Cadı'nın yollarını kesiştirmiştim. Ancak sonradan bunun masalın ana fikrine ters olduğunu düşündüm ve o bölümü yok saymaya karar verdim. Karakterler birbirlerinden ilham almak yoluyla umutlarını bulabilirler. Ancak hiç kimse, ne bir dost ne bir aşık, kişiye isteğini veremez. Cadı, bir şövalyeye değil; cesarete ihtiyaç duyuyordu. Masaldan çıkış yolu aslında budur: Umut ve cesaret. Dilerim bunu okuyan siz, kendi masalınızı en güzel şekilde yazıyorsunuzdur veya yazmaya başlarsınız.
Bu notu yazmama gerek olmadığını biliyorum. Ancak yazarının bakış açısından da kurguya bakmak isteyenler olabilir veya ben bu yazdıklarımı yıllar sonra bile hatırlamaya ihtiyaç duyabilirim. Bu nedenle yazdım.
bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.
arşivi eklemeye başladın :)
YanıtlaSilYok hayır baktım da pek eklenecek bir şey de yokmuş aslında. Hepsini bir anda silmeseydim kalırlardı yayında ama şimdi yeniden yüklemek manasız olacak. Çoğu yazım o anın ruh halini yansıtıyor. Bazen dış dünya atmosferi bile sadece o ana özgü. İşte mevsim, hava durumu vs. Şimdi bir daha yayınlasam şimdiyi karşılamazlar. Ama bazıları yayınlanabilir tabi. Bu mesela dümdüz kurgu diye yayınladım. Hem eğlenceli.
SilYeniden merhaba :) Son kısma minik bir analiz notu ekledim. Sen yazıyı okuduğunda yoktu. Belki o kısmı da okumak istersin.
Silaçıklama için saool :) hepimiz inanalım isteğimizee :) hedeflerimiz olsun ve adayalım :)
SilYani aslında gerek yoktu açıklamama, sonuçta okuyan istediğini anlayacak kurgu budur. Ama ben ayrıca, masalı açıklamak için de değil de, düşüncelerimi aktarmak istedim sanırım. Not düşmek istedim. Ama bakış açısı sunmuşsa da ne mutlu tabi. Teşekkür ederim yorumun için. :)
SilYazmakla ne iyi ettin. Bence masalsı, bahar havasını yansıtan, yüzde gülümseme bırakan bir hikaye olmuş. :)) Şövalye ve cadının diyaloğu tatlıydı, verilen mesaj da güzel. Bazen hayallerimizin peşinden gitmek lazım. Emeğine sağlık. :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, beğenmene çok sevindim :)
Silbeyaz atlı şövalyeye aferin pes etmedi. yabani otları temizlersek çiçek ortaya çıkabiliyor. beyaz atlı deyince iyi siyah atlı deyince kötü şövalye gibi. bilinçaltı :)
YanıtlaSilAslında iyilik ve kötülüğün ötesinde burada siyah ve beyaz kafamızda ayrım yapabilmemizde yardımcı olan sıfatlar. Daha çok kişisel özellikleri yansıtıyorlar (tam tersini de simgeleyebilirlerdi bu arada; siyah atlı şövalye sakin olan, beyaz atlı şövalye fevri olan olabilirdi - bunlar değişebilen detaylar).
SilBeyaz atlı şövalye daha ılımlı, daha sakin ve akılcı yaklaşıyor. Siyah atlı şövalye fevri, anlık kararlar alıyor. Burada da birisi sinirlenip gitti ve yenilgiyi baştan kabullendi, diğeri ise sorunun nedenini sorguladı ve plan geliştirip çalıştı. En sonda çiçeğin bile önemi kalmadı. Çünkü beyaz atlı şövalye çiçek yetiştirmeyi öğrendi. İsteklerimiz de böyledir. Bazen onlara ulaşırız, bazen ulaşamayız. Bazen bir şeye ulaşıp başka bir şey isteriz. Ya tamamen başka bir şey, ya da ulaştığımız şeyin devamı gibi şeyler. Her ne olursa olsun emek vermek, çaba harcamak ve sabır önemlidir. Ben de beyaz atlı şövalyeye çok özeniyorum açıkçası. :)
ikinci bölüm romantik komedi gibi. büssürü espirik var. tatlı anlar var. cadı çok sevimli. beyaz atlı da saf iyi kalpli kahraman :) çok tatlı hikaye :) masal masal matitas gitti bizim tas. dedelerimizin masala başlarken dediği şey :)
YanıtlaSilAhahahah, evet tatlı. Teşekkür ederim yorumların için :)
Sil